Ay iiiiinda saçlarin Dalgali denizler gibi Gece öyle güzel Öyle ki Sessiz Sakin Yalniz bizim Ve sen canim bu gece Daha güzelsin Dönüyor baiim yine Yine baiim dönüyor Güzelliiin bebeiim bu gece Beni sarhoi ediyor Ay iiiiinda gözlerin Parlayan yildizlar gibi Gece öyle güzel Öyle ki Sessiz sakin yalniz bizim Ve sen canim bu gece Daha güzelsin Söyleyen : Kayahan
30 Ocak 2011 Pazar
Bu Gece Sen Daha Güzelsin - Kayahan
Ağlama Yüreğim - Ferdi Tayfur
Olmaz teselli senden Baikasi beni anlayamaz Biraktiiin boiluiu dolduramaz Böyle bir hasrete can dayanmaz Aila yüreiim aila Aila yüreiim aikimiza sevdamiza Günler aylara aylar yillara Döndü gelmiyorsun Ne haldeyim nasilim sormuyorsun Sevdaliyim sana biliyorsun Bilmem iu an beni hissediyor Duyabiliyor musun Eier benim de hissetmediiimi Sevmediiimi düiünüyorsan inan ki çok yaniliyorsun Söyleyen : Ferdi Tayfur
Gülpembe - Barış Manço
Sen gülünce güller açar Gülpembe Bülbüller seni söyler biz dinlerdik Gülpembe Sen gelince bahar gelir Gülpembe Dereler seni çailar sevinirdik Gülpembe Güz yaimurlariyla bir gün göçtün gittin inanamadik Gülpembe Bizim iller sessiz bizim iller sensiz olamadi Gülpembe Dudaiimda son bir türkü Gülpembe Hala hep seni söyler seni çaiirir Gülpembe Güz yaimurlariyla bir gün göçtün gittin inanamadik Gülpembe Bizim iller sessiz bizim iller sensiz olamadi Gülpembe Gözlerimde son bir bulut Gülpembe Hala hep seni arar seni bekler Gülpembe Dudaiimda son bir türkü Gülpembe Hala hep seni söyler seni çaiirir Gülpembe
Seni Seviyorum - Rafet El Roman
Sen bilemezsin ne cektigimi, Yoklugun bana Sevgilim Bitmez sorular, Uzar geceler, O düsünceler, üzüntüler. Sen gencligimin büyük parcasi Sen gencligimin an. Biz neler neler yasadik beraber, Kalin bir roman kitap gibi. Sen gittigin an, caresiz kalir, Aklim karisir rahat edemem. Moralim bozulur, canim sikilir, Sen bilemezsin daha neler. Bak ne diyorum, gizlemiyorum, Sensiz yasamak zor geliyor bana. Her an icimdesin, her an kalbimdesin, Seni seviyorum Seviyorum. Sensiz yasayamam, sensiz hic olamam, Sensiz yasamak zor geliyor bana. Her an icimdesin, her an kalbimdesin, Seni seviyorum Seviyorum. Ve o an gelirde, iste o an, ben yasayamam... Hangi yönünü cok seviyorum, Biliyormusun sevgilim. Biraz icince, basin dönünce, Anlatinca bana o halini. Sonra dalinca, derin bakisinca, Gözlerindeki o sevinc. Bana sarilinca, sonra sorunca, Ne kadar Seni Sevdigimii Sen gittigin an, biter cesaretim, Uzar hederflerim, haylarime Bitmez sorular dinmez kederim, O düsünceler üzüntüler. Bak ne diyorum, gizlemiyorum, Sensiz yasamak zor geliyor bana. Her an icimdesin, her an kalbimdesin, Seni seviyorum Seviyorum. Sensiz yasayamam, sensiz hic olamam, Sensiz yasamak zor geliyor bana. Her an icimdesin, her an kalbimdesin, Seni seviyorum Seviyorum. Ve o an gelirde, iste o an, ben yasayamam............. Söyleyen : Rafet El Roman
Ben Yandım - Uğur Karakuş
Zamansız bir sevda geldi başima Gönül yandı yürek yandı ben yandım Ziyan oldu akti gitti boşuna Ömrüm yandı dünyam yandı ben yandım Aşk dediğin koskoca bir yalanmiş Yar dediğin gençliğimi çalanmış Koynumdaki yılandan da yılanmış Icim yandi canim yandi ben yandim Ömür boyu mutluluktan elendim Gençlik gitti acılara belendim Öyle bir hale geldimki tükendim Gören yandı duyan yandı ben yandım Aşk dediğin koskoca bir yalanmış Yar dediğin gençliğimi çalanmış Koynumdaki yilandanda yılanmış Içim yandı canım yandı ben yandım Söyleyen : Uğur Karakuş
Bizim evde herkes grib ,hemde en inatçısından
Kendim okudum ve evleri bizim gibi hastane ortamına dönenlerde faydalansın diye bloguma yazıyı ekleme kararı verdim .
Geçmiş olsun ...
Son dönemlerde en çok rastlanan, şikayetleri uzun süren ve arkasında inatçı öksürükler bırakan grip havaların soğuması ile hızla artış gösteriyor. Grip öncelikle belirtileri benzerlik gösteren hastalıklardan ayrılmalı ve doğru bir şekilde tedavi edilmelidir.
Uz. Dr. Gürkan Yurteri, etkisi uzun süre devam eden gribin tedavisi hakkında bilgi verdi ve iyileşme önerilerinde bulundu. Soğuk algınlığı ile grip ayırt edilmeli!
Yavaş yavaş gelişen halsizlik, hapşırık, burun tıkanıklığı, burun akıntısı, boğaz ağrısı, balgamlı ya da kesik kesik öksürme, soğuk algınlığının belirtileridir. Soğuk algınlığı ayakta ve hafif olarak atlatılır. Grip belirtileri ise, aniden ortaya çıkar.
Hasta sabah işe giderken iyidir, 3-6 saat içinde birden üşüme, aşırı halsizlik, yorgunluk, ateş yükselmesi ortaya çıkar. Yaygın vücut ve baş ağrısı, özellikle göğüste rahatsızlık (baskı, ağrı) hisseder.
Yorgunluk tahammül edilmez boyutlara ulaşır, tabloya kuru karakterde bir öksürük eşlik edebilir. Virüsü alan kişi 3 gün içinde hasta olur! Hasta öksürdüğünde milyonlarca virüs havaya yayılır. Sağlıklı insanlar hava yoluyla virüsü alır.
Eğer virüse karşı bağışıklığı yoksa 1-4 gün içinde hasta olur. Bu yolla,
Özellikle çocuklar okuldan kaptıkları mikrobu evlerine getirerek diğer
Bu özellikle hasta bir kişinin dokunduğu yerlere (kapı kolu,
Grip mevsimi başlamadan, özellikle risk altındaki gruplar başta olmak üzere 6 ay ve üzerindeki herkes aşılanabilir. Ekim ayı aşılanmak için en
Özellikle ilkokul çağındaki çocuklar, 65 yaş üzerindeki kişiler, bağışıklık sistemini bozan, şeker, akciğer, kalp, böbrek gibi ikincil bir hastalığı olan bireyler risk altındadır. Grip olduktan sonra yapılan aşıların hastalığın tedavisine bir katkısı yoktur.
Yorgunluk, ağrı, burun akıntısı, öksürük gibi şikayetler için antigribal ilaçlar, ağrı kesiciler alınabilir. Hastalık hava ve temas yoluyla bulaştığından bunlara yönelik de tedbirler alınması gerekir. Hastalar hapşırırken, öksürürken, sekresyonlarını temizlerken tek kullanımlık mendil kullanmalı, işlemde sonra hemen çöpe atmalı, ortalıkta bırakmamalıdır.
Eğer hasta mendili yoksa kolun iç tarafını ağzını kapatmak için kullanabilir. Elleri sık ve kuralına uygun yıkamak virüs bulaşımını önemli ölçüde azaltır. Ellerimizi yıkarken sıvı sabun, kurularken de kağıt havlu kullanmaya özen göstermeliyiz. Gripte antibiyotikler, tedavide en son akla gelmesi gereken ancak komplikasyonlar ortaya çıktığında kullanılabilecek ilaçlardır.
Özellikle doktora danışılmadan her gün alınan C vitamini gribi önlemenin yolu değildir. Zamanla vücutta tehlikeli bir birikime de yol açılabilir. Sadece kış döneminde alınması daha faydalı olur. Doğanın bize sunduğu zengin C vitamini kaynağını da unutmamak gerekir: Günde iki adet portakalın suyunu içmek C vitamini dopingi yapmanın en iyi yoludur.
Bodrum Hakimi
İntihar eden Mefaret Hanım'ın öyküsü yarım asırdır filmlere konu oldu, türküsü Bodrum ve Milas yöresinin dilinden düşmedi ama kimse "gerçeği" bilemedi. Bodrum Hakimi, şimdi, Tolga Çandar'ın çıkardığı "Türküleri Egenin 2" albümüne adını verdi. İşte size birden fazla gerçeği olan yaşanmış bir öykü.
Bodrumlular erken biçer ekini
Feleğe kurban mı gittin
Bodrum Hakimi
Türkiye'nin ilk kadın hakimlerindendi Bodrum Hakimi. Tek görev yeri Bodrum değildi elbet, ama Bodrumlular onu öyle sevmişlerdi ki... Bu dürüst, gözüpek, "erkek gibi" hakim hanıma saygıyla karışık bir sevgi duyuyorlardı. Aslen nereli olduğu önemli değildi, "Bodrum Hakimi" idi o.
"Mefaret Tüzün (Bodrum Hakimi) Tavşanlı 1906 - Bodrum 1954
Türkiye'nin ilk kadın hakimlerinden olan Tüzün, 24 Eylül 1951 yılında Bodrum'da göreve başladı. Keşiflere at sırtında gidip gelen hakime hanım, cesurluğu ve girişimciliğiyle kısa zamanda yöre halkının sevgisini kazanmıştı. 1954'te kaybettiği nişanlısının ardından Tüzün'ün de beklenmedik ölümü, Bodrum'da büyük üzüntü yarattı. Bodrumlular, Hakim'e olan sevgilerini adına bir türkü yakarak yaşatmaya çalışmışlardır".
Bodrum'da iz bırakanlar takviminde böyle tanıtılıyor Bodrum Hakimi Mefaret Tüzün. Hakkında bundan fazlasını öğrenmek de pek mümkün değil zaten. Denediğiniz zaman resmi makamlardan da Bodrum'un yaşlılarından da aynı tepkiyi alıyorsunuz: "Niye soruyorsunuz? Geçmiş zaman, ne olmuşsa olmuş bitmiş işte, öğrenip de ne yapacaksınız?" Bodrumlular söz birliği etmişçesine 43 yıldır saklıyor Mefaret Hanım'ın ölüme götüren sırrı.
Mefaret Hanım'ın arkasından halkın yaktığı türküyü yıllar sonra seslendirip yeni albümüne alan Tolga Çandar, uzun süre bu sırrın izini sürmüş. Ama zar zor açtığı her kapının arkasında birbirinden farklı öyküler çıkmış karşısına.
Bunlardan bir tanesine göre, Hakim Hanım Bodrum'da bir gence idam cezası vermiş. Bunun üzerine çocuğun ağabeyi onu kaçırıp Turgutreis'in karşısındaki Çatal adalarında tecavüz etmiş. Bundan çok etkilenen Mefaret Hanım da dönüşte kendisini öldürmüş.
Anlatılan diğer öyküler ise ayrıntıları farklı olsa da Mefaret Hanım'ın ölümünün arkasında bir aşk olduğu yolunda. Bunlardan biri, "Bodrum Hakimi" filmine de konu olan öykü. Türkan Şoray'ın bütün azametiyle canlandırdığı muhteşem hakim hanımın hiçbir zor karşısında eğilmeyen başı sonunda bir aşka yenik düşüyordu. Ya sevdiği adama ölüm cezası verecekti, ya da... İkinci yolu seçti Bodrum Hakimi.
Şu Bodrum'un dağlarında ceylanlar dolaşır
Kara haber Mefaret Hanıma pek tez ulaşır
Bodrum'da sıkı sıkı mühürlenmiş ağızlardan yarım yamalak dökülenler ise, hakim hanımın sevgilisinin filmdeki gibi bir suçlu değil, Bodrum'un savcısı olduğu yönünde. Ama bu aşkın Mefaret Hanım'ı neden intihara sürüklediği konusunda rivayet muhtelif. Karşılıksız değildi aşkı besbelli. Ama herhalde evlenemeyeceklerdi. Ama neden? Savcı evli miydi, ya da önce evlilik vaadettiği Mefaret Hanım'ı sonra terk mi etti... Büyük olasılıkla Bodrumlular pek sevdikleri "hakim hanım"larına böyle gayrimeşru bir ilişkiyi yakıştırmak istemediklerinden susuyorlar bu konuda, takvimlerinde bile "nişanlısı" sıfatını kullanmayı tercih ediyorlar.
Mefaret Hanım'ın son gecesine ilişkin anlatılanlar ise daha da hazin. Milaslı Türk sanat müziği bestekarı Zeki Duygulu'nun konseri var o gece. Bodrumlular ciple Milas'ın yolunu tutuyor. Mefaret Hanım da aralarında. Ve o gece konserde bir şarkıyı tam üç kez çaldırıyor:
Uslu dur kadınım çıldırtma beni
Ben artık bildiğin o ten değilim
Bir başka yağmurla ıslak mendilim
Yeter artık ağlatma beni
Uslu dur kadınım çıldırtma beni
Dökülmüş yaprağım, sararmış güzüm
Çiğli kirpiklerle yaşlıdır gözüm
Bu gurbet ellerde ben bir öksüzüm
Yeter artık ağlatma beni
Uslu dur kadınım çıldırtma beni
Bu konser Bodrumlular'ın Mefaret Tüzün'ü son görüşü oluyor. Tolga Çandar o gece kendini asan hakim hanımın ölümünün Bodrum'da ne büyük bir üzüntü yarattığını annesinden dinlemiş. O zamanlar henüz çocuk olan annesi tarlada çalışırken gelen ve mola veren otobüsü ve üstündeki cenazeyi hiç unutmamış. Yıllarca ne bu öykü düşmüş dilinden ne de Bodrum Hakimi'nin türküsü.
Hakim Hanım'ın memleketi Kütahya Tavşan
Hakim Hanım sen eyledin bizleri perişan
Bu Kütahya konusu da ayrı bir muamma. Takvimde de türküde de Mefaret Hanım'ın Tavşanlılı olduğu söylense de bunun aslı yok gibi. Tavşanlı kaymakamıyla konuşan Tolga Çandar Hakim Hanım'ın bir süre Tavşanlı'da görev yaptığını, tıpkı Bodrum'daki gibi yöre halkı tarafından çok sevildiğini, giderken de gözyaşları içinde konvoylarla uğurlandığını öğrenmiş. Mefaret Tüzün'ün gerçekte Tekirdağlı olduğu sanılıyor.
Çandar, kendisini çocukluğundan beri derinden etkileyen bu kadının peşini bırakmamaya kararlı. Elinde Bodrum kaymakamlığından zar zor edindiği sararmış bir fotoğraf var. Hakim'in sevgilisi olduğu söylenen savcıyı aramış, bulamamış, akrabalarına sormuş, öğrenememiş, şimdi Adalet Bakanlığı'nda araştırmalarına devam ediyor. Bu arada da hiç olmazsa bir türküyle bu talihsiz kadına bir selam gönderiyor.
Türkü, Bodrumlular'ın yaktığı bir ağıt ama Milaslı radyo sanatçısı Nazmi Yükselen onu TRT repertuvarına girecek şekilde düzenlemiş ve 60'lı yıllarda plağa okumuş. İşin ilginç yanı, Tolga Çandar Yunan adası Kos'ta da dinlemiş bu türküyü. Hemen sormuş "bu ne?" diye, "karşıda yaşanmış bir öykü" demişler. Şimdi Tolga Çandar'ın sesiyle yeniden hayat buluyor "Bodrum Hakimi"nin öyküsü. Çok sade, tek bir bağlamayla, kırk yıl uzaktan yürekleri dağlamaya devam ediyor:
Nasıl astın Mefaret Hanım ipe de kendini
Altın makas gümüş bıçak ile doğradılar tenini
Bodrumlular erken biçer ekini
Feleğe kurban mı gittin
Bodrum Hakimi
Türkiye'nin ilk kadın hakimlerindendi Bodrum Hakimi. Tek görev yeri Bodrum değildi elbet, ama Bodrumlular onu öyle sevmişlerdi ki... Bu dürüst, gözüpek, "erkek gibi" hakim hanıma saygıyla karışık bir sevgi duyuyorlardı. Aslen nereli olduğu önemli değildi, "Bodrum Hakimi" idi o.
"Mefaret Tüzün (Bodrum Hakimi) Tavşanlı 1906 - Bodrum 1954
Türkiye'nin ilk kadın hakimlerinden olan Tüzün, 24 Eylül 1951 yılında Bodrum'da göreve başladı. Keşiflere at sırtında gidip gelen hakime hanım, cesurluğu ve girişimciliğiyle kısa zamanda yöre halkının sevgisini kazanmıştı. 1954'te kaybettiği nişanlısının ardından Tüzün'ün de beklenmedik ölümü, Bodrum'da büyük üzüntü yarattı. Bodrumlular, Hakim'e olan sevgilerini adına bir türkü yakarak yaşatmaya çalışmışlardır".
Bodrum'da iz bırakanlar takviminde böyle tanıtılıyor Bodrum Hakimi Mefaret Tüzün. Hakkında bundan fazlasını öğrenmek de pek mümkün değil zaten. Denediğiniz zaman resmi makamlardan da Bodrum'un yaşlılarından da aynı tepkiyi alıyorsunuz: "Niye soruyorsunuz? Geçmiş zaman, ne olmuşsa olmuş bitmiş işte, öğrenip de ne yapacaksınız?" Bodrumlular söz birliği etmişçesine 43 yıldır saklıyor Mefaret Hanım'ın ölüme götüren sırrı.
Mefaret Hanım'ın arkasından halkın yaktığı türküyü yıllar sonra seslendirip yeni albümüne alan Tolga Çandar, uzun süre bu sırrın izini sürmüş. Ama zar zor açtığı her kapının arkasında birbirinden farklı öyküler çıkmış karşısına.
Bunlardan bir tanesine göre, Hakim Hanım Bodrum'da bir gence idam cezası vermiş. Bunun üzerine çocuğun ağabeyi onu kaçırıp Turgutreis'in karşısındaki Çatal adalarında tecavüz etmiş. Bundan çok etkilenen Mefaret Hanım da dönüşte kendisini öldürmüş.
Anlatılan diğer öyküler ise ayrıntıları farklı olsa da Mefaret Hanım'ın ölümünün arkasında bir aşk olduğu yolunda. Bunlardan biri, "Bodrum Hakimi" filmine de konu olan öykü. Türkan Şoray'ın bütün azametiyle canlandırdığı muhteşem hakim hanımın hiçbir zor karşısında eğilmeyen başı sonunda bir aşka yenik düşüyordu. Ya sevdiği adama ölüm cezası verecekti, ya da... İkinci yolu seçti Bodrum Hakimi.
Şu Bodrum'un dağlarında ceylanlar dolaşır
Kara haber Mefaret Hanıma pek tez ulaşır
Bodrum'da sıkı sıkı mühürlenmiş ağızlardan yarım yamalak dökülenler ise, hakim hanımın sevgilisinin filmdeki gibi bir suçlu değil, Bodrum'un savcısı olduğu yönünde. Ama bu aşkın Mefaret Hanım'ı neden intihara sürüklediği konusunda rivayet muhtelif. Karşılıksız değildi aşkı besbelli. Ama herhalde evlenemeyeceklerdi. Ama neden? Savcı evli miydi, ya da önce evlilik vaadettiği Mefaret Hanım'ı sonra terk mi etti... Büyük olasılıkla Bodrumlular pek sevdikleri "hakim hanım"larına böyle gayrimeşru bir ilişkiyi yakıştırmak istemediklerinden susuyorlar bu konuda, takvimlerinde bile "nişanlısı" sıfatını kullanmayı tercih ediyorlar.
Mefaret Hanım'ın son gecesine ilişkin anlatılanlar ise daha da hazin. Milaslı Türk sanat müziği bestekarı Zeki Duygulu'nun konseri var o gece. Bodrumlular ciple Milas'ın yolunu tutuyor. Mefaret Hanım da aralarında. Ve o gece konserde bir şarkıyı tam üç kez çaldırıyor:
Uslu dur kadınım çıldırtma beni
Ben artık bildiğin o ten değilim
Bir başka yağmurla ıslak mendilim
Yeter artık ağlatma beni
Uslu dur kadınım çıldırtma beni
Dökülmüş yaprağım, sararmış güzüm
Çiğli kirpiklerle yaşlıdır gözüm
Bu gurbet ellerde ben bir öksüzüm
Yeter artık ağlatma beni
Uslu dur kadınım çıldırtma beni
Bu konser Bodrumlular'ın Mefaret Tüzün'ü son görüşü oluyor. Tolga Çandar o gece kendini asan hakim hanımın ölümünün Bodrum'da ne büyük bir üzüntü yarattığını annesinden dinlemiş. O zamanlar henüz çocuk olan annesi tarlada çalışırken gelen ve mola veren otobüsü ve üstündeki cenazeyi hiç unutmamış. Yıllarca ne bu öykü düşmüş dilinden ne de Bodrum Hakimi'nin türküsü.
Hakim Hanım'ın memleketi Kütahya Tavşan
Hakim Hanım sen eyledin bizleri perişan
Bu Kütahya konusu da ayrı bir muamma. Takvimde de türküde de Mefaret Hanım'ın Tavşanlılı olduğu söylense de bunun aslı yok gibi. Tavşanlı kaymakamıyla konuşan Tolga Çandar Hakim Hanım'ın bir süre Tavşanlı'da görev yaptığını, tıpkı Bodrum'daki gibi yöre halkı tarafından çok sevildiğini, giderken de gözyaşları içinde konvoylarla uğurlandığını öğrenmiş. Mefaret Tüzün'ün gerçekte Tekirdağlı olduğu sanılıyor.
Çandar, kendisini çocukluğundan beri derinden etkileyen bu kadının peşini bırakmamaya kararlı. Elinde Bodrum kaymakamlığından zar zor edindiği sararmış bir fotoğraf var. Hakim'in sevgilisi olduğu söylenen savcıyı aramış, bulamamış, akrabalarına sormuş, öğrenememiş, şimdi Adalet Bakanlığı'nda araştırmalarına devam ediyor. Bu arada da hiç olmazsa bir türküyle bu talihsiz kadına bir selam gönderiyor.
Türkü, Bodrumlular'ın yaktığı bir ağıt ama Milaslı radyo sanatçısı Nazmi Yükselen onu TRT repertuvarına girecek şekilde düzenlemiş ve 60'lı yıllarda plağa okumuş. İşin ilginç yanı, Tolga Çandar Yunan adası Kos'ta da dinlemiş bu türküyü. Hemen sormuş "bu ne?" diye, "karşıda yaşanmış bir öykü" demişler. Şimdi Tolga Çandar'ın sesiyle yeniden hayat buluyor "Bodrum Hakimi"nin öyküsü. Çok sade, tek bir bağlamayla, kırk yıl uzaktan yürekleri dağlamaya devam ediyor:
Nasıl astın Mefaret Hanım ipe de kendini
Altın makas gümüş bıçak ile doğradılar tenini
Ela Gözlü Nazlı Yari
Derleyen : Mazlum N. Kılıçkıran
Çıkarttın allan kara bağladın
Yüreğimi aşk oduna dağladın
Bir yar için on beş sene ağladın
Ey Ferrahi gül dedim de, gülmedin.
Gönlü yaralı bir ozan Ferrahi. Dediği gibi bir yar uğruna yanıp yakılmakla geçmiş ömrü. 1934 yılında Ceyhan'ın Kıvrık köyünde doğmuş. Asıl adı Mehmet Ali Metin. Saz vurmaya küçük yaşlarda başlamış. Çevrenin sevilen bir genci olmuş Söz erliği, yanında çalıştığı ağanın kızına sevdalanmasıyla başlıyor. Ağa önceleri kızım Ferrahi'ye vermeye razı olu yor ama sonraları çevrenin dedikodularının etkisiyle bundan cayıyor.
Türkülerinden de anlaşıldığı gibi ağa kızının adı Emine'dir. İki gönlün bir olması engellenince, alır başım çıkar sıladan. Başlar gurbet ellerde sazıyla çile doldurmaya. Bundan sonra Ferrahi'nin öyküsü daha da yanıktır. Otuz yaşlarındayken bir Aşık için en önemli şeyini, sesini kaybeder. Sazıyla kalır bir başına. Bir ara evlenir ve bir kızı olur. Adım Emine koyar. Küçük Emine beş yaşından sonra babasının sesi, soluğu olur. Baba çalar, küçük Emine söyler. 1960 doğumlu olan Emine'nin söyledikleri yalnızca babasının türküleri değildir. Daha o zamandan dağarında yüz elli türkü vardır. Böylece baba-kız geçim derdini birlikte yüklenir, birlikte paylaşırlar. Yurdumuzun çeşitli yörelerinde yapılan Aşıklar Bayramları'na katılırlar. Şimdi 1967 yılında Konya'da yapılan Aşıklar Bayramında Mihri Hatun ödülünü kazandıran türküsünün sözlerini sunuyoruz.
Ela gözlü nazlı yari
Görem dedim göremedim
Boş kalmıştır kavil yeri
Varam dedim varamadım.
Gönlümün gülü nerede
Engeller durmaz arada
Emine'yle ben murada
Erem dedim, eremedim.
Şeker kaymak tatlı dili
Kınalamış nazik eli
Koynundaki gonca gülü
Derem dedim, deremedim.
Şahinim yok çıkam ava
Ne yaptımsa aldım hava
Kuşlar gibi ben bir yuva
Kuram dedim kuramadım.
Gel derdini bana anlat
Ben kimlere edem minnet
Dediler ki, bağın cennet
Girem dedim, giremedim.
Mehmet Ali asıl adım
Ferrahi'yi pirle kodum
Gurbet elden dönem dedim
Duram dedim, duramadım...
Kubbede kalan bir hoş seda diye boşuna dememişler. İşte Ferrahi'yi artık yaşatanlar da radyolarımız Halk Türküleri dağarında bulunan bu türküler oluyor. Çünkü Ferrahi'nin dolmak bilmeyen çilesi 1969 yılının 26 Nisan günü aramızdan ayrılmasıyla tükendi. Usta aşık ardında bir bir çok koşma, güzelleme gibi türküler bırakarak göçüp gitti. Son senelerinde iki Aşıklar Bayramı'na katılmıştı. Her ikisinde de kızı Emine'yle birlikte birincilik ödülü aldı. 1967 Yılında Konya'da türkü ödülünü, ertesi yıl da yine Konya'da Köroğlu ödülünü aldılar. Ferrahi'nin öyküsünü çok sevilen bir türküsünün şiiriyle erdiriyoruz.
Ah neyleyim gönül senin elinden
Her zaman ağlarım gülemem gayrı
Ben bıktım usandım elin dilinden
Terk ettim sılayı dönemem gayrı.
Gönül ben sırrına eremedim ki
Gonca, gonca güller deremedim ki
Kaybeyledim (aneyledim) dostu göremedim ki
Aylar yıllar geçse göremem gayrı.
Ey Ferrahi, yandım yar ateşine
Neler gelir gariplerin başına
Ağlayarak geline mezar taşıma
Uyanıp da sana gülemem gayrı.
Kaynak:
Ahmet Günday
Bağlama Metodu
Notaları ile Halk Türküleri
ve Türkü Hikayeleri Nisan 1977
Çıkarttın allan kara bağladın
Yüreğimi aşk oduna dağladın
Bir yar için on beş sene ağladın
Ey Ferrahi gül dedim de, gülmedin.
Gönlü yaralı bir ozan Ferrahi. Dediği gibi bir yar uğruna yanıp yakılmakla geçmiş ömrü. 1934 yılında Ceyhan'ın Kıvrık köyünde doğmuş. Asıl adı Mehmet Ali Metin. Saz vurmaya küçük yaşlarda başlamış. Çevrenin sevilen bir genci olmuş Söz erliği, yanında çalıştığı ağanın kızına sevdalanmasıyla başlıyor. Ağa önceleri kızım Ferrahi'ye vermeye razı olu yor ama sonraları çevrenin dedikodularının etkisiyle bundan cayıyor.
Türkülerinden de anlaşıldığı gibi ağa kızının adı Emine'dir. İki gönlün bir olması engellenince, alır başım çıkar sıladan. Başlar gurbet ellerde sazıyla çile doldurmaya. Bundan sonra Ferrahi'nin öyküsü daha da yanıktır. Otuz yaşlarındayken bir Aşık için en önemli şeyini, sesini kaybeder. Sazıyla kalır bir başına. Bir ara evlenir ve bir kızı olur. Adım Emine koyar. Küçük Emine beş yaşından sonra babasının sesi, soluğu olur. Baba çalar, küçük Emine söyler. 1960 doğumlu olan Emine'nin söyledikleri yalnızca babasının türküleri değildir. Daha o zamandan dağarında yüz elli türkü vardır. Böylece baba-kız geçim derdini birlikte yüklenir, birlikte paylaşırlar. Yurdumuzun çeşitli yörelerinde yapılan Aşıklar Bayramları'na katılırlar. Şimdi 1967 yılında Konya'da yapılan Aşıklar Bayramında Mihri Hatun ödülünü kazandıran türküsünün sözlerini sunuyoruz.
Ela gözlü nazlı yari
Görem dedim göremedim
Boş kalmıştır kavil yeri
Varam dedim varamadım.
Gönlümün gülü nerede
Engeller durmaz arada
Emine'yle ben murada
Erem dedim, eremedim.
Şeker kaymak tatlı dili
Kınalamış nazik eli
Koynundaki gonca gülü
Derem dedim, deremedim.
Şahinim yok çıkam ava
Ne yaptımsa aldım hava
Kuşlar gibi ben bir yuva
Kuram dedim kuramadım.
Gel derdini bana anlat
Ben kimlere edem minnet
Dediler ki, bağın cennet
Girem dedim, giremedim.
Mehmet Ali asıl adım
Ferrahi'yi pirle kodum
Gurbet elden dönem dedim
Duram dedim, duramadım...
Kubbede kalan bir hoş seda diye boşuna dememişler. İşte Ferrahi'yi artık yaşatanlar da radyolarımız Halk Türküleri dağarında bulunan bu türküler oluyor. Çünkü Ferrahi'nin dolmak bilmeyen çilesi 1969 yılının 26 Nisan günü aramızdan ayrılmasıyla tükendi. Usta aşık ardında bir bir çok koşma, güzelleme gibi türküler bırakarak göçüp gitti. Son senelerinde iki Aşıklar Bayramı'na katılmıştı. Her ikisinde de kızı Emine'yle birlikte birincilik ödülü aldı. 1967 Yılında Konya'da türkü ödülünü, ertesi yıl da yine Konya'da Köroğlu ödülünü aldılar. Ferrahi'nin öyküsünü çok sevilen bir türküsünün şiiriyle erdiriyoruz.
Ah neyleyim gönül senin elinden
Her zaman ağlarım gülemem gayrı
Ben bıktım usandım elin dilinden
Terk ettim sılayı dönemem gayrı.
Gönül ben sırrına eremedim ki
Gonca, gonca güller deremedim ki
Kaybeyledim (aneyledim) dostu göremedim ki
Aylar yıllar geçse göremem gayrı.
Ey Ferrahi, yandım yar ateşine
Neler gelir gariplerin başına
Ağlayarak geline mezar taşıma
Uyanıp da sana gülemem gayrı.
Kaynak:
Ahmet Günday
Bağlama Metodu
Notaları ile Halk Türküleri
ve Türkü Hikayeleri Nisan 1977
YOZGAT SÜRMELİSİNİN HİKAYESİ
Yozgat şehri 1760 yılı başlarında Bozok Yaylasının, yeşillik, etrafı ormanlarla çevrili içinde binbir çeşit kuşun ötüştüğü bir sahada kurulurken; Yozgat halkı o zaman yarı göçebe ve sürülerini besleyerek hayvancılıkla uğraşır, hayatlarını bu yoldan sağlarlardı.
Bozok yaylasında otlayan bu sürülerin birini de Sürmeli Bey adında bir Türkmen Yörüğü otlatırdı. Halk tarafından sevilen bu yanık sesli halk ozanı elinde kavalı, sırtında sazı Yozgat'tan Akdağmadeni'ne uzanan ormanların içinde sürüsünün içinde dolaşırdı. Bazen bir çamın dibine rastlanır. Sazının tellerini konuşturur bazen bir derenin kenarında kavalını çalar, aşık olduğu gönlünün sevgilisini düşünürdü.
O sevgili ki güzelliği Bozok yayla'sına yayılmış, ahu gözlü, sürmeli kaşlı, ayyüzlü bir dilberdi. Babası bir Türkmen beyi idi ve çok sert bir adamdı. Sürmeli Bey, ailesini salarak, babasından sevdiğini istetir, mağrur adam, kızını bir çobana vermeye yanaşmaz. Araya beyler, ağalar girer ama boşuna, bir türlü gönlü olmaz kızın babasının ve iki sevgili birleşemezler.
Üzüntüsünden sürüsünü bırakan Sürmeli Bey alır sazını eline beş çamlar mevkiinde kendine bir dergah kurar. Aşkını, yanık türküleriyle dağlara ağaçlara anlatır. Küser otağına, obasına ve Akdağlar'a kadar uzanan çamların arkasında onu bir daha gören olmaz. Dertli kavalına üflediğ, işli sazına söylettiği nameler kalır geriye. O gün bu gündür dillerde yankılanır Sürmeli Bey'in türküleri.
Bozok yaylasında otlayan bu sürülerin birini de Sürmeli Bey adında bir Türkmen Yörüğü otlatırdı. Halk tarafından sevilen bu yanık sesli halk ozanı elinde kavalı, sırtında sazı Yozgat'tan Akdağmadeni'ne uzanan ormanların içinde sürüsünün içinde dolaşırdı. Bazen bir çamın dibine rastlanır. Sazının tellerini konuşturur bazen bir derenin kenarında kavalını çalar, aşık olduğu gönlünün sevgilisini düşünürdü.
O sevgili ki güzelliği Bozok yayla'sına yayılmış, ahu gözlü, sürmeli kaşlı, ayyüzlü bir dilberdi. Babası bir Türkmen beyi idi ve çok sert bir adamdı. Sürmeli Bey, ailesini salarak, babasından sevdiğini istetir, mağrur adam, kızını bir çobana vermeye yanaşmaz. Araya beyler, ağalar girer ama boşuna, bir türlü gönlü olmaz kızın babasının ve iki sevgili birleşemezler.
Üzüntüsünden sürüsünü bırakan Sürmeli Bey alır sazını eline beş çamlar mevkiinde kendine bir dergah kurar. Aşkını, yanık türküleriyle dağlara ağaçlara anlatır. Küser otağına, obasına ve Akdağlar'a kadar uzanan çamların arkasında onu bir daha gören olmaz. Dertli kavalına üflediğ, işli sazına söylettiği nameler kalır geriye. O gün bu gündür dillerde yankılanır Sürmeli Bey'in türküleri.
KIRMIZI GÜL
Zordur yaşadığın yeri terk etmek.Sevdiklerinden ayrılan bir serseri aşığın yüreği gibi kaynıyordu yüreği.Vatan borcu namus borcuydu bundan kaçmak olmazdı.Zaten bunu da istemiyordu canımın içi gözbebeğim Mehmedim. O günlerde pek karışıktı Anadolu ve askerlikte bir solukta bitecek gibi değildi.Dile kolay tam dört yıl.Benden uzak, Ayşe’den uzak, sevdiklerinden uzak koskoca dört yıl.
Mehmedimin babasını yirmi yıl önce kaybettik.Henüz üç aylıktı babası vurulduğunda.Anadolu’nun ücra bir köyüydü yaşadığımız yer. Çakallar ulurdu dağ başlarında, su sesine, rüzgar sesine bahçemizdeki kırmızı güllerin insanı rahatlatan kokusu karışırdı . Can yoldaşım ahiretin yolunu tuttuktan sonra oğlumu gözümden sakınarak, geceleri ona ninniler söyler, gündüzleri masallar anlatırdım. Mehmedim çok severdi gülleri.Hepsi rengarenkti ve buram buram hasret kokardı. Yaşadığımız yere erken düşerdi kar.Tepesinden çığ eksilmeyen yüce dağlara bu yüzden erken gelirdi bahar.Beyaz kar tanelerini Mehmedimin yüzüne benzetirdim. Karda açan kırmızı gülleri de oğlum çok bu yüzden severdi.
Derler ya insan yaşamında oynanan en büyük kumardır evlilik.Bu yüzden kader deyip sorumluluğu üzerimizden atmak işin kolayıdır.Bir gün komşu kadınlarla gidip çaldık eski evin boyası aşınmış kapısını. Allah’ın emriyle Ayşe’yi Mehmedimle baş göz ettik. Günler günleri, aylar ayları kovaladı. Mehmedimin askere gitmesinden sonra bahçemizde güller sanki renklerini yitirmiş, kokuları bir başka olmuştu.Asker ocağına gideli tam iki yıl olmuştu. Mehmedimin hasreti gelinimin ve benim içimde güllerin rengi gibi bir kor oluşturmuştu .
Bu özlemi dindirmenin en iyi yolu ondan ayda bir aldığımız mektuplar ve ona yazarken bahçemizde yetişen kırmızı güllerden ona göndermekti.
Mehmedimin mektuplarında Ayşe’den devamlı haber sorması benim de içime bir kurt düşmesine sebep oldu. İçimde acaba diye bir kuşku uyandı.Gelinim bu süre içinde oğlumu acaba bir başkasıyla aldatıyor mu kuşkusu? Mehmedimin askerde oluşu evin tüm yükünü üzerime yıkmıştı. Geçimimizi sağlamak için tarlada çalışmak zorundaydım. Güneş doğmadan evden çıkıp akşam ezanı ile eve dönerken içimdeki bu kuşku sürekli beynimi kemiriyordu.
İçimde yanıp duran bu oğul özlemiyle bir akşam eve döndüğümde orağı evin girişine bırakıp soluklanırken içeriden seslerin ve gülüşmelerin geldiğini duydum. Hava iyice kararmıştı. Artık göz gözü görmüyordu. Evimize misafirin pek gelmiyor olması bu gülüşmelerin neler olabileceği endişesi beynimde bir şimşek gibi
karanlıkları aydınlatıverdi. Aklıma ilk gelen gelinimin Mehmedimi aldattığı düşüncesi olmuştu.Hemen rahmetli beyimin duvarda asılı duran tüfeği aklıma geldi. Gözlerimin karartısı geçtiğinde tüfeğin elimde olduğunu fark ettim. O hızla içeri girdim ve sesin geldiği yöne rastgele ateş ettim.
Oğlumun emanetine sahip çıkmış olmak ve üzerime düşeni yerine getirmenin mutluluğuyla salondan gaz lambasını getirdiğimde yerde yatan iki kişiyi gördüm. Artık içimdeki karanlık düşüncelerde olduğu gibi odada aydınlanmıştı. Gelinim kısık ses ile bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Yatakta yatan hainin kim olduğunu öğrenmek için yüzüstü yatan kişiyi çevirdiğimde beyaz atletinin üzerine kırmızı güller gibi dağılmış olan kan izlerini gördüm. Beyaz kar üzerinde açan kırmızı gülleri andırıyordu.Gözlerimi kaldırıp yerde yatanın yüzüne baktığımda gözlerimin feri, dizlerimin bağı çözülmüştü.
Dokuz ay karnımda taşıdığım oğlumu kendi ellerimle öldürmüştüm.
Bu dünyadan ellerimle gönderdiğim oğlumun bir türküsü kalmıştı geriye; kırmızı gül demet demet, sevda değil bir alamet ........
Mehmedimin babasını yirmi yıl önce kaybettik.Henüz üç aylıktı babası vurulduğunda.Anadolu’nun ücra bir köyüydü yaşadığımız yer. Çakallar ulurdu dağ başlarında, su sesine, rüzgar sesine bahçemizdeki kırmızı güllerin insanı rahatlatan kokusu karışırdı . Can yoldaşım ahiretin yolunu tuttuktan sonra oğlumu gözümden sakınarak, geceleri ona ninniler söyler, gündüzleri masallar anlatırdım. Mehmedim çok severdi gülleri.Hepsi rengarenkti ve buram buram hasret kokardı. Yaşadığımız yere erken düşerdi kar.Tepesinden çığ eksilmeyen yüce dağlara bu yüzden erken gelirdi bahar.Beyaz kar tanelerini Mehmedimin yüzüne benzetirdim. Karda açan kırmızı gülleri de oğlum çok bu yüzden severdi.
Derler ya insan yaşamında oynanan en büyük kumardır evlilik.Bu yüzden kader deyip sorumluluğu üzerimizden atmak işin kolayıdır.Bir gün komşu kadınlarla gidip çaldık eski evin boyası aşınmış kapısını. Allah’ın emriyle Ayşe’yi Mehmedimle baş göz ettik. Günler günleri, aylar ayları kovaladı. Mehmedimin askere gitmesinden sonra bahçemizde güller sanki renklerini yitirmiş, kokuları bir başka olmuştu.Asker ocağına gideli tam iki yıl olmuştu. Mehmedimin hasreti gelinimin ve benim içimde güllerin rengi gibi bir kor oluşturmuştu .
Bu özlemi dindirmenin en iyi yolu ondan ayda bir aldığımız mektuplar ve ona yazarken bahçemizde yetişen kırmızı güllerden ona göndermekti.
Mehmedimin mektuplarında Ayşe’den devamlı haber sorması benim de içime bir kurt düşmesine sebep oldu. İçimde acaba diye bir kuşku uyandı.Gelinim bu süre içinde oğlumu acaba bir başkasıyla aldatıyor mu kuşkusu? Mehmedimin askerde oluşu evin tüm yükünü üzerime yıkmıştı. Geçimimizi sağlamak için tarlada çalışmak zorundaydım. Güneş doğmadan evden çıkıp akşam ezanı ile eve dönerken içimdeki bu kuşku sürekli beynimi kemiriyordu.
İçimde yanıp duran bu oğul özlemiyle bir akşam eve döndüğümde orağı evin girişine bırakıp soluklanırken içeriden seslerin ve gülüşmelerin geldiğini duydum. Hava iyice kararmıştı. Artık göz gözü görmüyordu. Evimize misafirin pek gelmiyor olması bu gülüşmelerin neler olabileceği endişesi beynimde bir şimşek gibi
karanlıkları aydınlatıverdi. Aklıma ilk gelen gelinimin Mehmedimi aldattığı düşüncesi olmuştu.Hemen rahmetli beyimin duvarda asılı duran tüfeği aklıma geldi. Gözlerimin karartısı geçtiğinde tüfeğin elimde olduğunu fark ettim. O hızla içeri girdim ve sesin geldiği yöne rastgele ateş ettim.
Oğlumun emanetine sahip çıkmış olmak ve üzerime düşeni yerine getirmenin mutluluğuyla salondan gaz lambasını getirdiğimde yerde yatan iki kişiyi gördüm. Artık içimdeki karanlık düşüncelerde olduğu gibi odada aydınlanmıştı. Gelinim kısık ses ile bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Yatakta yatan hainin kim olduğunu öğrenmek için yüzüstü yatan kişiyi çevirdiğimde beyaz atletinin üzerine kırmızı güller gibi dağılmış olan kan izlerini gördüm. Beyaz kar üzerinde açan kırmızı gülleri andırıyordu.Gözlerimi kaldırıp yerde yatanın yüzüne baktığımda gözlerimin feri, dizlerimin bağı çözülmüştü.
Dokuz ay karnımda taşıdığım oğlumu kendi ellerimle öldürmüştüm.
Bu dünyadan ellerimle gönderdiğim oğlumun bir türküsü kalmıştı geriye; kırmızı gül demet demet, sevda değil bir alamet ........
Zahidem
Halk arasında “Zahidem” adıyla ün yapan türkünün şairi Aşık Arap Mustafa, 1901
yılında Çiçekdağı’na bağlı Orta Hacı Ahmetli köyünde dünyaya gelmiştir. Babasını
annesini çok küçük yaşlarda yitirdi. İlk önce bir akrabasının himayesinde, daha
sonraları da onun bunun yanında büyüdü.
Arap Mustafa’nın babası düğünlerde, toplantılarda “Koca Oyunu” adı verilen
oyunda “Arap” rölünü üstlenirdi. Bu nedenle Mustafa’ya da “Arap” lakabı
takılmıştır. Kimsesiz kalan Arap Mustafa 10 yaşına gelince Yukarı Hacı Ahmetli
köyünden Hacı Bürozadeler’den Mehmet’e çiftçi durdu. Zaman içinde çalışkan,
babayiğit, giyimine özen gösteren yakışıklı bir delikanlı olan Arap Mustafa,
Ağasının yeni yetişen Zahide’ye gönlünü kaptırdı. Fakir ve kimsesiz olduğundan
bu sırrını bir türlü açığa vuramadı.
20’sinde askere giden Mustafa’nın aklı, deliler gibi sevdiği Zahide’de kalmıştı.
Köydeki dostlarına mektuplar göndererek Zahide’den haber almaya çalışan Arap
Mustafa, Zahide’nin başka biriyle evlendirildiğini ve düğünün’ün de bir hafta
sonra olacağını duyunca üzüntüsünü aşağıda içli mısralara dökmüştür. Türküyü
Neşet Ertaş plağa okuyup tanıtmıştır. (1)
Zahide Kurbanım n'olacak Halim
Gene bir laf duydum kırıldı belim
Gelenden gidenden haber sorarım
Zahidem bu hafta oluyor gelin
Hezeli de deli gönül hezeli
Çiçekdağı döktü m'ola gazeli
Dolaştım alemi gurbet gezeli
Bulamadım Zahidem'den güzeli
Ay ile doğar da gün ile aşar,
Zahide’mi görenin tebdili şaşar
İyinin kaderi kötüye düşer,
Diken arasında kalmış gül gibi.
Zahide’m kurbanım kurtar bu dardan
Baban anlamadı bizim bu haldan
Kekiline sürmüş kokulu yağdan,
Derdin beni del’ediyor Zahide’m.
Ziyaret’ten çıktım Cender’in özü
Kum gibi kaynıyor Zahide’m gözü
Aslını sorarsan esalet yerden
Hacı Bürolardan Mehmet’in kızı.
Gurbet ellerinde esinim esir
Zahide’m kurbanım hep bende kusur
Eğer baban seni bana verirse
Nemize yetmiyor el kadar hasır.
Çiçekdağı’nda da hiç gitmez duman
Zahide’rn kurbanım hallarım yaman
Yapamadım şu babayın gönlünü
Fakir diye bana vermedi baban.
Anamdan doğalı çok çektim cefa,
Şu yalan dünyada sürmedim sefa,
Adımı namımı soran olursa,
Orta Hacı Ahmetli Arap Mustafa.
Arapoğlu Mustafa’nın kendisine Mecnun gibi aşık olduğundan etkilenen Zahide,
Mustafa için şiirler söylemiştir. Bu şiirin üç kıtasını H. Vahit
Bulut, 1973 yılında Yukarı Hacı Ahmetli köyünden Zahide’nin yakın arkadaşı ve
sırdaşı Fatik’ten derlemiştir.(2) Baştaki iki kıta tarafımızdan derlenmiştir.
Bu nasıl sevdaymış geldi başıma
Felek ağu kattı tatlı aşıma
Sevda çekenlere zor gelir gurbet
Gece gündüz elim kalkmaz işime.
Aşağıda sap kağnısı geliyo
Derdin beni elik elik eliyo
Kurbanlar olayım gara Mustafam
Babam beni yad ellere veriyo.
Arapoğlu derler gayeten atik
Gözleri kara da, kaşları çatık
Git nazlı y de bir haber getir
Bastığın yerlere kurbanım Fatik.
Ağlayarak yayığımı yayarım
Yarim gitti günlerini sayarım
Çıksa Büyüköz’e mendil sallasa
Islık çalsa ıslığını duyarım.
Coşkuna da deli gönül coşkuna
Aşkından Zahide döndü şaşkına
Sensiz edemiyom nazlı civanım
N’olur bir yol görün Allah aşkına.
KAYNAK
- Doğuş Gazetesi, Sayı, 8,9-18 Ekim 1973.
- H. Vahit Bulut, Kırşehir Halk Ozanları, Filiz Yay. 1983, S. 109.
Kaynak:
Öyküleriyle Kırşehir Tütküleri, Destanları, Ağıtları (sayfa: 206,207,208)
Baki Yaşa Altınok
Oba Kitabevi
Ankara, Mayıs 2003
yılında Çiçekdağı’na bağlı Orta Hacı Ahmetli köyünde dünyaya gelmiştir. Babasını
annesini çok küçük yaşlarda yitirdi. İlk önce bir akrabasının himayesinde, daha
sonraları da onun bunun yanında büyüdü.
Arap Mustafa’nın babası düğünlerde, toplantılarda “Koca Oyunu” adı verilen
oyunda “Arap” rölünü üstlenirdi. Bu nedenle Mustafa’ya da “Arap” lakabı
takılmıştır. Kimsesiz kalan Arap Mustafa 10 yaşına gelince Yukarı Hacı Ahmetli
köyünden Hacı Bürozadeler’den Mehmet’e çiftçi durdu. Zaman içinde çalışkan,
babayiğit, giyimine özen gösteren yakışıklı bir delikanlı olan Arap Mustafa,
Ağasının yeni yetişen Zahide’ye gönlünü kaptırdı. Fakir ve kimsesiz olduğundan
bu sırrını bir türlü açığa vuramadı.
20’sinde askere giden Mustafa’nın aklı, deliler gibi sevdiği Zahide’de kalmıştı.
Köydeki dostlarına mektuplar göndererek Zahide’den haber almaya çalışan Arap
Mustafa, Zahide’nin başka biriyle evlendirildiğini ve düğünün’ün de bir hafta
sonra olacağını duyunca üzüntüsünü aşağıda içli mısralara dökmüştür. Türküyü
Neşet Ertaş plağa okuyup tanıtmıştır. (1)
Zahide Kurbanım n'olacak Halim
Gene bir laf duydum kırıldı belim
Gelenden gidenden haber sorarım
Zahidem bu hafta oluyor gelin
Hezeli de deli gönül hezeli
Çiçekdağı döktü m'ola gazeli
Dolaştım alemi gurbet gezeli
Bulamadım Zahidem'den güzeli
Ay ile doğar da gün ile aşar,
Zahide’mi görenin tebdili şaşar
İyinin kaderi kötüye düşer,
Diken arasında kalmış gül gibi.
Zahide’m kurbanım kurtar bu dardan
Baban anlamadı bizim bu haldan
Kekiline sürmüş kokulu yağdan,
Derdin beni del’ediyor Zahide’m.
Ziyaret’ten çıktım Cender’in özü
Kum gibi kaynıyor Zahide’m gözü
Aslını sorarsan esalet yerden
Hacı Bürolardan Mehmet’in kızı.
Gurbet ellerinde esinim esir
Zahide’m kurbanım hep bende kusur
Eğer baban seni bana verirse
Nemize yetmiyor el kadar hasır.
Çiçekdağı’nda da hiç gitmez duman
Zahide’rn kurbanım hallarım yaman
Yapamadım şu babayın gönlünü
Fakir diye bana vermedi baban.
Anamdan doğalı çok çektim cefa,
Şu yalan dünyada sürmedim sefa,
Adımı namımı soran olursa,
Orta Hacı Ahmetli Arap Mustafa.
Arapoğlu Mustafa’nın kendisine Mecnun gibi aşık olduğundan etkilenen Zahide,
Mustafa için şiirler söylemiştir. Bu şiirin üç kıtasını H. Vahit
Bulut, 1973 yılında Yukarı Hacı Ahmetli köyünden Zahide’nin yakın arkadaşı ve
sırdaşı Fatik’ten derlemiştir.(2) Baştaki iki kıta tarafımızdan derlenmiştir.
Bu nasıl sevdaymış geldi başıma
Felek ağu kattı tatlı aşıma
Sevda çekenlere zor gelir gurbet
Gece gündüz elim kalkmaz işime.
Aşağıda sap kağnısı geliyo
Derdin beni elik elik eliyo
Kurbanlar olayım gara Mustafam
Babam beni yad ellere veriyo.
Arapoğlu derler gayeten atik
Gözleri kara da, kaşları çatık
Git nazlı y de bir haber getir
Bastığın yerlere kurbanım Fatik.
Ağlayarak yayığımı yayarım
Yarim gitti günlerini sayarım
Çıksa Büyüköz’e mendil sallasa
Islık çalsa ıslığını duyarım.
Coşkuna da deli gönül coşkuna
Aşkından Zahide döndü şaşkına
Sensiz edemiyom nazlı civanım
N’olur bir yol görün Allah aşkına.
KAYNAK
- Doğuş Gazetesi, Sayı, 8,9-18 Ekim 1973.
- H. Vahit Bulut, Kırşehir Halk Ozanları, Filiz Yay. 1983, S. 109.
Kaynak:
Öyküleriyle Kırşehir Tütküleri, Destanları, Ağıtları (sayfa: 206,207,208)
Baki Yaşa Altınok
Oba Kitabevi
Ankara, Mayıs 2003
yüksek yüksek tepelere
Bu öykü Malkara köylerinden alınmış olup belli bir kişinin dilinden yazıya geçirilmiş değildir. Çevrede herkes tarafından bilinen bir öyküdür. Söylentiye göre, çok eskiden köyün birinde Zeynep isimli çok güzel bir kız vardır. Onaltıya yeni bastığında Zeynep'i köylerindeki bir düğünde aşırı (yabancı) köylerden gelen Ali isimli bir genç görür. Ali Zeynep'i çok beğenir ve köyüne döndüğünde kızın babasına hemen görücü gönderir. Zeynep'i Ali'ye verirler. Kısa bir zaman sonra düğünleri olur. Ali, Zeynep'i alıp aşırı köyüne götürür.
Zeynep'in gelin gittiği köy ile kendi köyü arası üç gün üç gece çeker. Bu kadar uzak olduğundan dolayı Zeynep, anasını babasını ve kardeşlerini tam yedi yıl göremez. Bu özlem Zeynep'in yüreğinde her gün biraz daha büyüyerek dayanılmaz bir hal alır. Köyün büyük bir tepesinde bulunan evinin bahçesine çıkarak kendi köyüne doğru dönüp için için kendi yaktığı türküyü mırıldanır ve gözleri uzaklarda sıla özlemini gidermeye çalışırmış.
Oysa kocası, Zeynep'in bu özlemine pek aldırış etmez. Kaldı ki eski sevgisi de pek kalmadığından kendini fazlaca horlamaya, eziyet etmeye başlar. Sonunda bu özlem ve kocasının horlaması Zeynep'i yataklara düşürür.
Gün geçtikçe hastalığı artan Zeynep'in düzelmesi için, köyden gelip gidenler de anasının babasının çağrılmasını salık verirler. Başka çare kalmadığını anlayan Zeynep'in kocası da anasına babasına haber vermeye gider. Altı gün altı gecelik bir yolculuktan sonra bir akşam üstü Zeynep'in anası babası köye gelirler, Zeynep'i yatakta bulurlar. Perişan bir halde Zeynep hala türküsünü mırıldanmaktadır. Aynı türküyü anasına babasına da söylemeye başlar. Çevresindeki bütün köy kadınları duygulanıp göz yaşı dökerler. Annesi fenalıklar geçirir ve bayılır.
Zeynep hasretini giderir, giderir ama artık çok geç kalınmıştır. Bir daha onmaz, sonu ölümle biter. Herkes Zeynep için göz yaşı döker. İşte o gün bu gündür bu türkü ayrılığın türküsü olarak söylenip durur.
Zeynep'in gelin gittiği köy ile kendi köyü arası üç gün üç gece çeker. Bu kadar uzak olduğundan dolayı Zeynep, anasını babasını ve kardeşlerini tam yedi yıl göremez. Bu özlem Zeynep'in yüreğinde her gün biraz daha büyüyerek dayanılmaz bir hal alır. Köyün büyük bir tepesinde bulunan evinin bahçesine çıkarak kendi köyüne doğru dönüp için için kendi yaktığı türküyü mırıldanır ve gözleri uzaklarda sıla özlemini gidermeye çalışırmış.
Oysa kocası, Zeynep'in bu özlemine pek aldırış etmez. Kaldı ki eski sevgisi de pek kalmadığından kendini fazlaca horlamaya, eziyet etmeye başlar. Sonunda bu özlem ve kocasının horlaması Zeynep'i yataklara düşürür.
Gün geçtikçe hastalığı artan Zeynep'in düzelmesi için, köyden gelip gidenler de anasının babasının çağrılmasını salık verirler. Başka çare kalmadığını anlayan Zeynep'in kocası da anasına babasına haber vermeye gider. Altı gün altı gecelik bir yolculuktan sonra bir akşam üstü Zeynep'in anası babası köye gelirler, Zeynep'i yatakta bulurlar. Perişan bir halde Zeynep hala türküsünü mırıldanmaktadır. Aynı türküyü anasına babasına da söylemeye başlar. Çevresindeki bütün köy kadınları duygulanıp göz yaşı dökerler. Annesi fenalıklar geçirir ve bayılır.
Zeynep hasretini giderir, giderir ama artık çok geç kalınmıştır. Bir daha onmaz, sonu ölümle biter. Herkes Zeynep için göz yaşı döker. İşte o gün bu gündür bu türkü ayrılığın türküsü olarak söylenip durur.
Hekimoğlu
Hekimoğlu derler benim de aslıma
Aynalı martin yaptırdım narinim kendi nefsime
Konaklar yaptırdım döşetemedim.
Ünye de Fatsa bir oldu narinim baş edemedim
Konaklar yaptırdım mermer direkli
Hekimoğlu sorarsan narinim demir yürekli
Bahçe armut dibinde kaymak yedin mi
Hekimoğlu'nu görünce narinim budur dedin mi
Çiftlice Muhtarı puşttur pezevenk
Hekimoğlu geliyor narinim uçkur çözerek
Hekimoğlu derler bir ufak uşak
Bir omzundan bir omzuna narinim yüz arma fişek
Ordu dolaylarında yaşayan Hekimoğlu, yoksul bir ailenin çocuğudur. Üstelik yoksul bir anneden başka hiç kimsesi yok. Çevresinde dürüstlüğü, akıllılığı ve yiğitliğiyle tanınan bir gençtir.
Yörede egemenlik kurmuş bir Gürcü Beyi vardır. Bu Gürcü Beyi, Ayşa adında güzel ve narin bir kızla sözlüdür. Ne ki, bu kız Gürcü Beyini sevmemekte, Hekimoğlu'na bağlanmıştır. Bu, dostlukla, arkadaşlıkla karışık bir sevgidir. Üstelik Hekimoğlu'yla görüşmeye başlamıştır.
İşte Bey, iki gencin ilişkisinin bu noktaya vardığını duyar duymaz Hekimoğlu'na düşman olur ve ona savaş açar. Hekimoğlu'yla teke tek görüşüp, hesaplaşmayı önerir; bir de yer belirtir. Hekimoğlu, gözüpek, mert bir gençtir. Aynalı mavzerini kuşanıp, tek başına buluşma; yerine gider. Gitmeye gider ama, Bey sözünde durmamış adamlarıyla gelmiştir. Üstelik adamlarından biri, buluşma yerine varır varmaz, sabırsızlanıp Hekimoğlu'nu yaylım ateşine tutar. Ötekiler de çevresini sararlar. Hekimoğlu'yla Beyin adamları arasında yaman bir çatışma olur. Hekimoğlu, çatışma sonunda çemberi yararak kurtulur. Olaydan hemen sonra, Bolu da tek başına yaşayan anasının yanına gider. Anasına durumu anlatır ve artık şehir yerinde duramayacağını bildirir. Anasıyla helallaşıp, yanına Mehmet adlı iki amca oğlunu alarak dağa çıkar. Çıkış bu çıkış ve ölünceye kadar Hekimoğlu artık dağdadır.
Hekimoğlu'nun dağa çıkış nedenini ve biçimini bilen, duyan yöre köylüleri kendisine kucak açarlar. Onun mertliği, yiğitliği ve doğru sözlülüğü köylüleri daha da etkiler ve her açıdan kendisine yardım ederler. Özellikle yoksul köylülerle dostluk kurar, zenginlerden aldıklarıyla onlara yardım eder.
Hekimoğlu, artık Gürcü Beyinin korkulu düşü olmuştur. Bu yüzden Bey,
kendisini sürekli jandarmaya şikayet eder ve kesintisiz izletir. Hekimoğlu'nu ihbar etmeleri için çeşitli yörelerde adamlar tutar. Fakat halk koruduğu için, Hekimoğlu'nu bir türlü ele geçiremezler.
Hatta bir defasında, Beyin adamlarından birinin ihbarı üzerine Hekimoğlu'nun kaldığı evi jandarmalar basıyorlar. Bütün çevre kuşatılmıştır. Evin altında bir fırın vardır. Hekimoğlu fırıncının yardımıyla fırının ekmek pişirilen yerini arkadan delip kaçmayı başarır.
Hekimoğlu, kaçmaya kaçıyor ama, Beyin, iki amca oğlunu öldürttüğünü haber alıyor ve doğru Çiftlice köyüne iniyor. Gittiği ev muhtarın evidir. Bu Muhtar, Hekimoğlu'ndan yana görünüyor, oysa gerçekte Beyin adamıdır ve onunla
işbirliği içindedir. Nitekim adamlarından biri aracılığıyla ihbarda bulunur ve Hekimoğlu jandarmalarca sarılır. Hekimoğlu, Muhtarın yüzünden kıstırılmıştır. Büyük bir çatışma çıkar taraflar arasında. Adeta namlular kurşun kusmaktadır. Özetle olur orada.
Olayın sonucuna ilişkin iki söylenti var halk arasında :
1-Hekimoğlu, çatışma sırasında. çemberi yarıyorsa da, aldığı yaralar yüzünden fazla uzaklaşamadan ölüyor.
2 -Atına atlıyor, elini karın bölgesinden aldığı yaralara basarak Ordu'ya
kadar geliyor ve burada ölüyor.
Hekimoğlu, tipik bir örneğidir. Haklı bir nedenle dağa çıkıyor. Mertliği, yiğitliği ve iyilikseverliğiyle halk arasında büyük ün yapıyor. Yoksulların dostu, onları ezen varsılların düşmanıdır.
Hekimoğlu denince, hemen akla gelen bir özelliği de dir. Hekimoğlu Türküsü'nde geçen ve kendisinin adıyla özdeşleşen in özelliği şudur. Hekimoğlu, özel olarak yaptırdığı mavzerinin üstüne bir ayna taktırıyor. Çatışmaya girdiğinde, bu aynayı: düşmanının gözüne tutarak, gözünün kamaşmasına, dolayısıyla hedefini şaşırmasına yol açıyor.
Bu yüzden Hekimoğlu'nun, adı, Hekimoğlu'nun adı le özdeşleşmiştir.
Kaynak:
Mehmet Bayrak
Eşkıyalık ve Eşkıya Türküleri,
Yorum Yayınları Ankara 1985
Aynalı martin yaptırdım narinim kendi nefsime
Konaklar yaptırdım döşetemedim.
Ünye de Fatsa bir oldu narinim baş edemedim
Konaklar yaptırdım mermer direkli
Hekimoğlu sorarsan narinim demir yürekli
Bahçe armut dibinde kaymak yedin mi
Hekimoğlu'nu görünce narinim budur dedin mi
Çiftlice Muhtarı puşttur pezevenk
Hekimoğlu geliyor narinim uçkur çözerek
Hekimoğlu derler bir ufak uşak
Bir omzundan bir omzuna narinim yüz arma fişek
Ordu dolaylarında yaşayan Hekimoğlu, yoksul bir ailenin çocuğudur. Üstelik yoksul bir anneden başka hiç kimsesi yok. Çevresinde dürüstlüğü, akıllılığı ve yiğitliğiyle tanınan bir gençtir.
Yörede egemenlik kurmuş bir Gürcü Beyi vardır. Bu Gürcü Beyi, Ayşa adında güzel ve narin bir kızla sözlüdür. Ne ki, bu kız Gürcü Beyini sevmemekte, Hekimoğlu'na bağlanmıştır. Bu, dostlukla, arkadaşlıkla karışık bir sevgidir. Üstelik Hekimoğlu'yla görüşmeye başlamıştır.
İşte Bey, iki gencin ilişkisinin bu noktaya vardığını duyar duymaz Hekimoğlu'na düşman olur ve ona savaş açar. Hekimoğlu'yla teke tek görüşüp, hesaplaşmayı önerir; bir de yer belirtir. Hekimoğlu, gözüpek, mert bir gençtir. Aynalı mavzerini kuşanıp, tek başına buluşma; yerine gider. Gitmeye gider ama, Bey sözünde durmamış adamlarıyla gelmiştir. Üstelik adamlarından biri, buluşma yerine varır varmaz, sabırsızlanıp Hekimoğlu'nu yaylım ateşine tutar. Ötekiler de çevresini sararlar. Hekimoğlu'yla Beyin adamları arasında yaman bir çatışma olur. Hekimoğlu, çatışma sonunda çemberi yararak kurtulur. Olaydan hemen sonra, Bolu da tek başına yaşayan anasının yanına gider. Anasına durumu anlatır ve artık şehir yerinde duramayacağını bildirir. Anasıyla helallaşıp, yanına Mehmet adlı iki amca oğlunu alarak dağa çıkar. Çıkış bu çıkış ve ölünceye kadar Hekimoğlu artık dağdadır.
Hekimoğlu'nun dağa çıkış nedenini ve biçimini bilen, duyan yöre köylüleri kendisine kucak açarlar. Onun mertliği, yiğitliği ve doğru sözlülüğü köylüleri daha da etkiler ve her açıdan kendisine yardım ederler. Özellikle yoksul köylülerle dostluk kurar, zenginlerden aldıklarıyla onlara yardım eder.
Hekimoğlu, artık Gürcü Beyinin korkulu düşü olmuştur. Bu yüzden Bey,
kendisini sürekli jandarmaya şikayet eder ve kesintisiz izletir. Hekimoğlu'nu ihbar etmeleri için çeşitli yörelerde adamlar tutar. Fakat halk koruduğu için, Hekimoğlu'nu bir türlü ele geçiremezler.
Hatta bir defasında, Beyin adamlarından birinin ihbarı üzerine Hekimoğlu'nun kaldığı evi jandarmalar basıyorlar. Bütün çevre kuşatılmıştır. Evin altında bir fırın vardır. Hekimoğlu fırıncının yardımıyla fırının ekmek pişirilen yerini arkadan delip kaçmayı başarır.
Hekimoğlu, kaçmaya kaçıyor ama, Beyin, iki amca oğlunu öldürttüğünü haber alıyor ve doğru Çiftlice köyüne iniyor. Gittiği ev muhtarın evidir. Bu Muhtar, Hekimoğlu'ndan yana görünüyor, oysa gerçekte Beyin adamıdır ve onunla
işbirliği içindedir. Nitekim adamlarından biri aracılığıyla ihbarda bulunur ve Hekimoğlu jandarmalarca sarılır. Hekimoğlu, Muhtarın yüzünden kıstırılmıştır. Büyük bir çatışma çıkar taraflar arasında. Adeta namlular kurşun kusmaktadır. Özetle olur orada.
Olayın sonucuna ilişkin iki söylenti var halk arasında :
1-Hekimoğlu, çatışma sırasında. çemberi yarıyorsa da, aldığı yaralar yüzünden fazla uzaklaşamadan ölüyor.
2 -Atına atlıyor, elini karın bölgesinden aldığı yaralara basarak Ordu'ya
kadar geliyor ve burada ölüyor.
Hekimoğlu, tipik bir örneğidir. Haklı bir nedenle dağa çıkıyor. Mertliği, yiğitliği ve iyilikseverliğiyle halk arasında büyük ün yapıyor. Yoksulların dostu, onları ezen varsılların düşmanıdır.
Hekimoğlu denince, hemen akla gelen bir özelliği de dir. Hekimoğlu Türküsü'nde geçen ve kendisinin adıyla özdeşleşen in özelliği şudur. Hekimoğlu, özel olarak yaptırdığı mavzerinin üstüne bir ayna taktırıyor. Çatışmaya girdiğinde, bu aynayı: düşmanının gözüne tutarak, gözünün kamaşmasına, dolayısıyla hedefini şaşırmasına yol açıyor.
Bu yüzden Hekimoğlu'nun, adı, Hekimoğlu'nun adı le özdeşleşmiştir.
Kaynak:
Mehmet Bayrak
Eşkıyalık ve Eşkıya Türküleri,
Yorum Yayınları Ankara 1985
Esemoğlu şaştım Ya ilahi türküsünün hikayesi
İki sevdalı gencin acıklı hikayesidir “Esemoğlu” ağıtı.
Şanlıurfa’nın köylerinin birinde üç erkek kardeş yaşamaktadır. Birinin üç kızı bir oğlu, diğerinin üç oğlu ve Ağyâr isminde bir kızı, bir diğerinin ise Rüstem adında tek bir oğlu vardır.
Bu çocuklar büyür evlenme çağlarına gelirler. Derken üç erkek kardeş, amcası kızlarını Allah’ın emriyle ister. Kızların ağabeyi de amcası kızına sevdalı olduğu için “Ben de bacınızı Allah’ın emriyle istiyorum” der. Böylece her iki taraf için söz kesilir, nişan yapılır. Bir müddet sonra düğün yapılır. Önce üç erkek kardeş, amcası kızları ile evlenirler. Aradan bir müddet geçer evlenme sırası diğer tarafa gelir. Fakat amcasıoğulları sözlerinden cayarak, Ağyar adındaki bacılarını vermek istemezler. Delikanlı ne kadar yalvarıp yakarırsa da kabul etmezler. Zorla almak istese de gücü yetmez. Ancak sevda bu, gönül ferman dinlemez. Amcası kızını kaçırmaktan başka çaresi yoktur.
Delikanlı uygun bir zamanı bekler ve bir gece nişanlısı Ağyâr’ı kaçırır. Sığınacağı kişi de o muhitte bir bey olan bilinen Esemoğlu’dur. Saatlerce süren yolculuktan sonra Esemoğlu’nun konağına varırlar. “Tanrı misafiriyiz “ deyip konağa girerler. Esemoğlu’nun adamları gençleri karşılar, Kızı, hanımların olduğu harem bölümüne, genci de Esemoğlu’nun yanına götürüler. O devirde Tanrı misafirine üç güne kadar “Nerden gelip nereye gidiyorsun?” diye sorulmadığı için üç gün böylece geçer.
Bu arada Esemoğlu, haremde misafiri olan kızı görür. Görür görmez beyninde şimşekler çakmaya başlar. Kız güzel mi güzel. Ayın ondördü gibi. Kızın güzelliği karşısında fikrini bozar. Gencin yanına gelerek sorar. “Artık sorma vakti geldi delikanlı, anlat bakalım derdini, niçin geldin?” Genç, başından geçen olayı bir bir anlatmaya başlar ve sonunda “Senin ocağına düştüm” der.
Aslında Esemoğlu kızı görür görmez kararını çoktan vermiş. Hemen adamlarına emreder. Delikanlıyı bir odaya hapseder. Arkasından kızın yanına giderek kıza sahip olmak ister. Kız ağlayıp dirense de baş edemeyeceğini anlar ve biraz zaman kazanmak için Esemoğlu’na bir şart koşar. “Bana 40 gün zaman tanı, sonra gönül rızamla sana varayım” der. Esemoğlu kabul eder. Bu arada Esemoğlu kızın nişanlısını asarak öldürür.
Kız kendini Esemoğlu’na teslim etmemeye kararlıdır. Esemoğlu’na varmaktansa ölmeyi tercih edecektir. Bu nedenle intihar etmek üzere bir bardak zehir ve bir ustura temin eder. İçinde yine kurtulma ümidi olduğu için 40 günün geçmesini bekler. Bir gün köylerde eşya satan bir çerçinin konağın önünde “ boncuk satarım cıncık satarım” diye bağırdığını duyar. Usulca çerçinin yanına gider. Boynundaki altınları çerçiye vererek başından geçenleri kısaca anlatır ve derki: ” Bu altınlar senin olsun, buradan doğruca Tektek Dağları’na git. orada eşkıyaların başı olan Rüstem’i bul, o benim amcamoğludur. Başımızdaki bu olayı ona anlat 40 gün bitmeden gelip bizi kurtarsın”. Çerçi bir an önce Tektek Dağlarına varmak için oradan ayrılır. Rüstem kanlı olmuş, dağlara çıkmış azılı bir eşkıyadır. Adamlarıyla birlikte dağda kalmaktadır. Çerçi, verilen adrese doğru gece gündüz demeden atını hızla sürer ve Tektek Dağlarında Rüstem’i bulur. Olanları anlatır. Anlatılanları duyan Eşkıya Rüstem beyninden vurulmuşa döner. Zaman geçirmeden adamlarını toplar, atlarına atlayıp yola koyulurlar. Ver elini Esemoğlu’nun konağı…
Durmadan at sürerler ve konağa ulaşırlar. Konağın yakınında bir yerde pusuya yatıp, oradan geçen bir çobandan olup biteni sorarlar. Çoban “Bundan 40 gün evvel ağamın konağına bir kız bir erkek gelmişti. Esemoğlu, kıza sahip olmak için o genci astı. Kızda Esemoğlu’na teslim olmamak için zehir içip boynunu ustura ile kesti. Böylece ikisi de öldüler.” deyince. Rüstem “Eyvah! yetişemedik ” der ve arkadaşlarına dönüp “Bu konakta hiçbir canlı kalmayacak! Konağı ateşe verin “ diye emir verir. Rüstem, ayrıca konağa seslenerek: “Ey Esemoğlu! Hangi kitapta vardır yanına sığınan misafirini öldürüp, namusuna tecavüz etmek, konağından çık seninle erkekçe hesaplaşalım.” Tabi Esemoğlu cevap vermeyip, dışarıya da çıkmıyor. Rüstem, adamlarıyla birlikte basıyor kurşunları. İçeride hiçbir canlı kalmıyor, ortalığı cehenneme çeviriyorlar. Esemoğlu’nu öldürüp konağı ateşe veriyorlar. Böylece amcasıoğlu ve amcası kızının intikamını alıyor.
Bu olay üzerine “Esemoğlu” adlıyla yakılan ağıt o günden bu güne halk arasında söylenmektedir.
Şanlıurfa’nın köylerinin birinde üç erkek kardeş yaşamaktadır. Birinin üç kızı bir oğlu, diğerinin üç oğlu ve Ağyâr isminde bir kızı, bir diğerinin ise Rüstem adında tek bir oğlu vardır.
Bu çocuklar büyür evlenme çağlarına gelirler. Derken üç erkek kardeş, amcası kızlarını Allah’ın emriyle ister. Kızların ağabeyi de amcası kızına sevdalı olduğu için “Ben de bacınızı Allah’ın emriyle istiyorum” der. Böylece her iki taraf için söz kesilir, nişan yapılır. Bir müddet sonra düğün yapılır. Önce üç erkek kardeş, amcası kızları ile evlenirler. Aradan bir müddet geçer evlenme sırası diğer tarafa gelir. Fakat amcasıoğulları sözlerinden cayarak, Ağyar adındaki bacılarını vermek istemezler. Delikanlı ne kadar yalvarıp yakarırsa da kabul etmezler. Zorla almak istese de gücü yetmez. Ancak sevda bu, gönül ferman dinlemez. Amcası kızını kaçırmaktan başka çaresi yoktur.
Delikanlı uygun bir zamanı bekler ve bir gece nişanlısı Ağyâr’ı kaçırır. Sığınacağı kişi de o muhitte bir bey olan bilinen Esemoğlu’dur. Saatlerce süren yolculuktan sonra Esemoğlu’nun konağına varırlar. “Tanrı misafiriyiz “ deyip konağa girerler. Esemoğlu’nun adamları gençleri karşılar, Kızı, hanımların olduğu harem bölümüne, genci de Esemoğlu’nun yanına götürüler. O devirde Tanrı misafirine üç güne kadar “Nerden gelip nereye gidiyorsun?” diye sorulmadığı için üç gün böylece geçer.
Bu arada Esemoğlu, haremde misafiri olan kızı görür. Görür görmez beyninde şimşekler çakmaya başlar. Kız güzel mi güzel. Ayın ondördü gibi. Kızın güzelliği karşısında fikrini bozar. Gencin yanına gelerek sorar. “Artık sorma vakti geldi delikanlı, anlat bakalım derdini, niçin geldin?” Genç, başından geçen olayı bir bir anlatmaya başlar ve sonunda “Senin ocağına düştüm” der.
Aslında Esemoğlu kızı görür görmez kararını çoktan vermiş. Hemen adamlarına emreder. Delikanlıyı bir odaya hapseder. Arkasından kızın yanına giderek kıza sahip olmak ister. Kız ağlayıp dirense de baş edemeyeceğini anlar ve biraz zaman kazanmak için Esemoğlu’na bir şart koşar. “Bana 40 gün zaman tanı, sonra gönül rızamla sana varayım” der. Esemoğlu kabul eder. Bu arada Esemoğlu kızın nişanlısını asarak öldürür.
Kız kendini Esemoğlu’na teslim etmemeye kararlıdır. Esemoğlu’na varmaktansa ölmeyi tercih edecektir. Bu nedenle intihar etmek üzere bir bardak zehir ve bir ustura temin eder. İçinde yine kurtulma ümidi olduğu için 40 günün geçmesini bekler. Bir gün köylerde eşya satan bir çerçinin konağın önünde “ boncuk satarım cıncık satarım” diye bağırdığını duyar. Usulca çerçinin yanına gider. Boynundaki altınları çerçiye vererek başından geçenleri kısaca anlatır ve derki: ” Bu altınlar senin olsun, buradan doğruca Tektek Dağları’na git. orada eşkıyaların başı olan Rüstem’i bul, o benim amcamoğludur. Başımızdaki bu olayı ona anlat 40 gün bitmeden gelip bizi kurtarsın”. Çerçi bir an önce Tektek Dağlarına varmak için oradan ayrılır. Rüstem kanlı olmuş, dağlara çıkmış azılı bir eşkıyadır. Adamlarıyla birlikte dağda kalmaktadır. Çerçi, verilen adrese doğru gece gündüz demeden atını hızla sürer ve Tektek Dağlarında Rüstem’i bulur. Olanları anlatır. Anlatılanları duyan Eşkıya Rüstem beyninden vurulmuşa döner. Zaman geçirmeden adamlarını toplar, atlarına atlayıp yola koyulurlar. Ver elini Esemoğlu’nun konağı…
Durmadan at sürerler ve konağa ulaşırlar. Konağın yakınında bir yerde pusuya yatıp, oradan geçen bir çobandan olup biteni sorarlar. Çoban “Bundan 40 gün evvel ağamın konağına bir kız bir erkek gelmişti. Esemoğlu, kıza sahip olmak için o genci astı. Kızda Esemoğlu’na teslim olmamak için zehir içip boynunu ustura ile kesti. Böylece ikisi de öldüler.” deyince. Rüstem “Eyvah! yetişemedik ” der ve arkadaşlarına dönüp “Bu konakta hiçbir canlı kalmayacak! Konağı ateşe verin “ diye emir verir. Rüstem, ayrıca konağa seslenerek: “Ey Esemoğlu! Hangi kitapta vardır yanına sığınan misafirini öldürüp, namusuna tecavüz etmek, konağından çık seninle erkekçe hesaplaşalım.” Tabi Esemoğlu cevap vermeyip, dışarıya da çıkmıyor. Rüstem, adamlarıyla birlikte basıyor kurşunları. İçeride hiçbir canlı kalmıyor, ortalığı cehenneme çeviriyorlar. Esemoğlu’nu öldürüp konağı ateşe veriyorlar. Böylece amcasıoğlu ve amcası kızının intikamını alıyor.
Bu olay üzerine “Esemoğlu” adlıyla yakılan ağıt o günden bu güne halk arasında söylenmektedir.
İzmir’in Kavakları türküsünün hikayesi
Çakıcı Efe Ege Bölgesinde halkın dilinde dilden dile efsaneleşen bir kahramandır. Osmanlı’nın son zamanlarında devlet iradesinin iyiden iyiye kaybolduğu yıllarda (1800-1900) halk kendi kahramanlarını, kendi kurtarıcılarını çıkarmıştır. Kimileri bu boşluktan yararlanarak zalimlikler yapmışlar kimileri de adalet dağıtan güçlü yürekli halk kahramanı olmuşlar. Bu devirde Ege Bölgesinde’de Efelik çok meşhurmuş.
Çakıcı Efe de İzmir, Denizli, Aydın civarında hüküm sürmüş bir Efe’dir. O zamanlarda yaşadığı bölgede o kadar güçlenmiş ki Osmanlı ile egemen olduğu bölge konusunda resmi anlaşma yolları bile aramıştır. Çakıcı çoğu zaman dağlarda, kimi zamanda halkın yanına inerek zalimi durdurmuş, adalet dağıtmış, zenginden alıp fakir vermiştir. Bu sebeple halkın gönlünde de taht kurmuştur. Cesur hareketleriyle halkın gözüne girmiştir. Kimi zamanda düşmanla işbirliği yaptığı söylentisi çıkmışsa da halk onu hep sevmiş ona yapılan bu türküyle ismi ölümsüzleşmiştir.
Çakıcı Efe de İzmir, Denizli, Aydın civarında hüküm sürmüş bir Efe’dir. O zamanlarda yaşadığı bölgede o kadar güçlenmiş ki Osmanlı ile egemen olduğu bölge konusunda resmi anlaşma yolları bile aramıştır. Çakıcı çoğu zaman dağlarda, kimi zamanda halkın yanına inerek zalimi durdurmuş, adalet dağıtmış, zenginden alıp fakir vermiştir. Bu sebeple halkın gönlünde de taht kurmuştur. Cesur hareketleriyle halkın gözüne girmiştir. Kimi zamanda düşmanla işbirliği yaptığı söylentisi çıkmışsa da halk onu hep sevmiş ona yapılan bu türküyle ismi ölümsüzleşmiştir.
Kesik Çayır BiçilirMi türküsünün hikayesi
Meram bağları, Meram çayırları tanıktır, böylesi yiğit her anaya kısmet olmaz. İnadına mertti, inadına yiğit, inadına yağızdı.
Konya’nın valisi o yıl Meram’da otururdu hep. Meram o zamanlar da en saygıdeğer yeriydi şehrin, Mevlevi dedeleri Meram’daydı, çelebiler hepten Meram’daydı. Ve Vali paşanın yâveri, genç yâveri Meram’dan çok az inerdi Konya’ya. Bütün oralar bu genç adamı, o da bütün oraları tanırdı, iyi tanırdı.
Yâver, fesini sola doğru devirdi. Güz demiydi. Serindi ama o yanıyordu. Korkmuyordu. Oysa Kocamış bir gece yollara düşmüştü “Dutlu”dan Meram’a doğru, akşam namazından sonra. Korkmuyordu.
“Sırtıma sepken yağıyor.”
“Yanuben yorgun gelirim.”
demiş elin oğlu zamanında. Yâver işte bu hâl idi. Konya severdi bu delikanlıyı; O da Konya’yı. Ama Konya’dan daha çok sevdiği bir şey bir kişi, bir hatun kişi vardı. Meram’a ilk zamanlar sık gelirdi. Aslı Konya’lı değildi.
Sevdiceği bir Mevlevî çelebisinin kızıydı. Düşünün, Allah etmesin dile düşerlerse ötesi yoktu bu işin. Allah etmesin dile düşerlerse, Musalla mezarlığında selviler hüzzam makamından bir şarkıyla başlayıverirlerdi. Allah etmesin, gençti. Konya’nın delikanlısı zaten pek hayır okumuyordu adının üstüne. Allah etmesin. Ama yine de korkmuyordu işte.
Sevdiceği bir Mevlevî çelebisinin kızıydı. Gelirken giderken bir şeyler olmuştu. Bir şeyler olmuştu çünkü. Loraslarından kalkan ebabil kuşları, kanatlarında “Günaydınlar” getirdilerdi bir gün. Ebabil kuşlarının gözleri kahverengiydi, sol ellerinin üstünde bir “Ben” vardı ebabil kuşlarının.
Bu gece onunla buluşacaktı. İlk buluşmaları değildi bu şüphesiz. Ama Meram’ın o ördekbaşı ve şili çayırları o “incecik” çayırları tanık olsun ki en mutlusuna gidiyordu buluşmalarının.
Yâver fesini sol yana devirdi ve bıyıklarını burdu. Eli-ayağı yanıyor gibiydi. Kerpiç duvarı aşmıya çalıştı. Ceketi tozlandı, aldırmadı, hemen şöyle silkiverdi eliyle, ince çayırlar ayağına dolaştılar aldırmadı.
Çelebi kızı, Zerdalinin altına vardı. Gözleri apaydınlıktı, kahverengiydi.
Yâver yanına gelince, oturuverirdi çayırların üstüne. Yâver o cesaretsiz elleriyle çelebi kızın elini tutacak oldu, edemedi. Oturdu.
Konya pul pul dirildi gözbebeklerine. Yalnız Konya değil dünyalar onundu. Anasını hatırladı, bir zaman sonra, memleketini hatırladı, sonra kalkıp gitmek istedi, niye istedi bilmem, gidemedi.Oturdu.
Derken efendim sekiz iklimden ipil ipil bir batı rüzgarının seranatı başladı. Kız konuşuyordu. Çelebi kızı. Derken efendim, Dere tarafından bir bülbülü vurdular, ne hacetti, kız konuşuyordu, yâver öldü öldü dirildi.
Konuştular. Kızın elleri yâverin ellerinde serindi. Uzun uzun konuştular. Aşktı bu dost. Sevgiydi. Ne Konya vardı önlerinde, ne zerdali ağaçları, Ne Meram, ne paşa, ne çayırlar ve ne de sekiz taraflarından sekiz kara binayla onları gözetleyen sekiz Konya uşağı.
Derken efendim, yâver “Haydi hoşçakalasız” diyecekti, diyemedi. Derken efendim sekiz karabina sekiz kurşun kuştu yâverin suratına. Derken efendim, yâver “gidem” dedi, gidemedi. Önce sallandı sağ ayağının üzerinde üç kez. Sonra da yanına devrildi. Kıpırdayamadı bile. Sekiz Konya delikanlısı için sanki bir şey olmamıştı. Dere yöresine doğru “Konyalı” yı çağıraraktan yürüdüler.
Sabah yakındı. Çelebi kızı ölü sevgilinin üstüne eğildi. Öylece kaldı.Gün ışığında ölü yâveri ve çelebi kızını “incecik” çayırların üstünde buldular. Paşa, vali paşa, yâverin anasına yanık künyesini gönderdi yarıntesi günü.
“İnce çayır biçilir mi
Sular ayaz içilir mi
Bana yardan vaz geç derler
Yâr tat’lolur geçilir mi”
Sonra arkasından, mezar taşı olsun garibin diye bu türküyü yakıverdiler. “İnce çayır biçilir mi?” Biçtiler bile.
“Aman ben yandım, paşam ben yandım,
Ellerin köyünde vuruldum kaldım.”
Konya’nın valisi o yıl Meram’da otururdu hep. Meram o zamanlar da en saygıdeğer yeriydi şehrin, Mevlevi dedeleri Meram’daydı, çelebiler hepten Meram’daydı. Ve Vali paşanın yâveri, genç yâveri Meram’dan çok az inerdi Konya’ya. Bütün oralar bu genç adamı, o da bütün oraları tanırdı, iyi tanırdı.
Yâver, fesini sola doğru devirdi. Güz demiydi. Serindi ama o yanıyordu. Korkmuyordu. Oysa Kocamış bir gece yollara düşmüştü “Dutlu”dan Meram’a doğru, akşam namazından sonra. Korkmuyordu.
“Sırtıma sepken yağıyor.”
“Yanuben yorgun gelirim.”
demiş elin oğlu zamanında. Yâver işte bu hâl idi. Konya severdi bu delikanlıyı; O da Konya’yı. Ama Konya’dan daha çok sevdiği bir şey bir kişi, bir hatun kişi vardı. Meram’a ilk zamanlar sık gelirdi. Aslı Konya’lı değildi.
Sevdiceği bir Mevlevî çelebisinin kızıydı. Düşünün, Allah etmesin dile düşerlerse ötesi yoktu bu işin. Allah etmesin dile düşerlerse, Musalla mezarlığında selviler hüzzam makamından bir şarkıyla başlayıverirlerdi. Allah etmesin, gençti. Konya’nın delikanlısı zaten pek hayır okumuyordu adının üstüne. Allah etmesin. Ama yine de korkmuyordu işte.
Sevdiceği bir Mevlevî çelebisinin kızıydı. Gelirken giderken bir şeyler olmuştu. Bir şeyler olmuştu çünkü. Loraslarından kalkan ebabil kuşları, kanatlarında “Günaydınlar” getirdilerdi bir gün. Ebabil kuşlarının gözleri kahverengiydi, sol ellerinin üstünde bir “Ben” vardı ebabil kuşlarının.
Bu gece onunla buluşacaktı. İlk buluşmaları değildi bu şüphesiz. Ama Meram’ın o ördekbaşı ve şili çayırları o “incecik” çayırları tanık olsun ki en mutlusuna gidiyordu buluşmalarının.
Yâver fesini sol yana devirdi ve bıyıklarını burdu. Eli-ayağı yanıyor gibiydi. Kerpiç duvarı aşmıya çalıştı. Ceketi tozlandı, aldırmadı, hemen şöyle silkiverdi eliyle, ince çayırlar ayağına dolaştılar aldırmadı.
Çelebi kızı, Zerdalinin altına vardı. Gözleri apaydınlıktı, kahverengiydi.
Yâver yanına gelince, oturuverirdi çayırların üstüne. Yâver o cesaretsiz elleriyle çelebi kızın elini tutacak oldu, edemedi. Oturdu.
Konya pul pul dirildi gözbebeklerine. Yalnız Konya değil dünyalar onundu. Anasını hatırladı, bir zaman sonra, memleketini hatırladı, sonra kalkıp gitmek istedi, niye istedi bilmem, gidemedi.Oturdu.
Derken efendim sekiz iklimden ipil ipil bir batı rüzgarının seranatı başladı. Kız konuşuyordu. Çelebi kızı. Derken efendim, Dere tarafından bir bülbülü vurdular, ne hacetti, kız konuşuyordu, yâver öldü öldü dirildi.
Konuştular. Kızın elleri yâverin ellerinde serindi. Uzun uzun konuştular. Aşktı bu dost. Sevgiydi. Ne Konya vardı önlerinde, ne zerdali ağaçları, Ne Meram, ne paşa, ne çayırlar ve ne de sekiz taraflarından sekiz kara binayla onları gözetleyen sekiz Konya uşağı.
Derken efendim, yâver “Haydi hoşçakalasız” diyecekti, diyemedi. Derken efendim sekiz karabina sekiz kurşun kuştu yâverin suratına. Derken efendim, yâver “gidem” dedi, gidemedi. Önce sallandı sağ ayağının üzerinde üç kez. Sonra da yanına devrildi. Kıpırdayamadı bile. Sekiz Konya delikanlısı için sanki bir şey olmamıştı. Dere yöresine doğru “Konyalı” yı çağıraraktan yürüdüler.
Sabah yakındı. Çelebi kızı ölü sevgilinin üstüne eğildi. Öylece kaldı.Gün ışığında ölü yâveri ve çelebi kızını “incecik” çayırların üstünde buldular. Paşa, vali paşa, yâverin anasına yanık künyesini gönderdi yarıntesi günü.
“İnce çayır biçilir mi
Sular ayaz içilir mi
Bana yardan vaz geç derler
Yâr tat’lolur geçilir mi”
Sonra arkasından, mezar taşı olsun garibin diye bu türküyü yakıverdiler. “İnce çayır biçilir mi?” Biçtiler bile.
“Aman ben yandım, paşam ben yandım,
Ellerin köyünde vuruldum kaldım.”
Çırpınırken Karadeniz türküsünün hikayesi
1918 sonunda Nuri Paşa nın IX. Türk ordusunun Bakü ye girmesi münasebetiyle Üzeyir Hacıbeyoğlu tarafından bestelenmiştir. Ahmet Cevat (1892-1937) Ahmet Cevat – Beste Formu
Karadeniz Marşı
Çırpınırdı Karadeniz
Bakıp Türk'ün bayrağına
Ah ölmeden bir görseydim
Düşebilsem toprağına
Sırmalar sarsam koluna
İnciler dizsem yoluna
Fırtınalar dursun yana Yol ver Türk'ün bayrağına.
Ayrı düştüm dost elinden
Yıllar var ki çarpar sinem
Vefalı Türk geldi yinede
Selam Türk'ün bayrağına.
Kafkas'lardan esen yeller
Şimdi sana selam söyler
Olsun bütün Turan eller Kurban Türk'ün bayrağına.
Kafkas'lardan aşacağız
Türk'lüğe şan katacağız
Türk'ün şanli bayrağını
Turan ele dikeceğiz
Erisin De Dağların Karı Erisin türküsünün hikayesi
Erisin ya! Erisin de sular düz ovayı bürüsün. Cümle alem de baharı geçip yaza ulaşsın… Yaylaya yürüsün. Eee n’olacak cümle alem yaylaya yürürse? Hüseyin de Emine’yi alıp kaçacak. Yani eskilerin deyişiyle, ölme eşeğim yaz gelsin!…
Emine bir köy kızı… Ama köyün varsıllarından. Hüseyin de aynı köyden… Ama yoksul. Aynı havayı soluyorlar. Aynı pınardan su içiyorlar. Ama biri varsıl. Öteki yoksul. Ne ki Hüseyin’le Emine birbirine vurgun. Emine için ya Hüseyin olur; ya da hiç kimse. Hüseyin için de varsa yoksa Emine. Neden derseniz diyelim! Bir gün sığır sürerken köy meydanında göz göze gelmişler. Bakışmış, gülüşmüşler. Sonra da ıpılık bir dostluk başlamış. Arada bir buluşup, kavilleşmişler. Hüseyin yüzünü kızartıp, Emine’yi babasından istetecek. Olursa olur; olmazsa Emine’nin bohçası hazır olacak. Yani ki kaçacaklar. Köyden hatırlı üçbeş emmi dayı. Köyün imamı, öğretmeni, muhtarı… Herkes Hüseyin’i seviyor. Emine’yle evliliğine yardımcı olmak istiyor. Ama ne mümkün? Emine’nin babası: “Yahu gerçekten Hüseyin efendi çocuktur, çalışkandır, dürüsttür. Verdim gitti!” der mi ki!. Demez. İlkin hoşgeldiniz, beşgittiniz. Sonra da: “Ey imam efendi, ey öğretmen, ey benim güzel muhtarım, bu işin oluru var mı? Ne zahmet edip geldiniz. Hüseyin kim, ben kim? Sizin bu iş için gelmeniz bile benim kredimi düşürür. Davul dengi dengine vurur… herkes yoluna gitsin” der.
Emine derseniz telaşlı… Babası yok derse, bohçası hazır. Anasına demiş zaten. “Ölürüm de Hüseyin’den başkasına varmam. Ya Hüseyin; ya hiç kimse!” Gözü kulağı da babasının vereceği yanıtta. Bir yandan kahve cezvesini sürmüş ateşe; öte yandan gözü kulağı içerde konuşulanlarda… Kahve tepsisi titriyor elinde. Ya babası yok derse. Vermem derse. Giriyor içeri… Sırayla kahve sunuyor konuklara. Ama durum iyi değil. Babasında surat bir karış. Emine içeri girince, konuşmalar kesiliyor. Bir şey duymuyor. Ama durumun iyi olmadığı da açık.
Çok geçmeden, konuklar ayaklanmış. El sıkışıp gitmişler. Babası cin atında. Açıyor ağzını yumuyor gözünü. “Köyde örf kalmadı. Düşünce sıfır! Ulan Hüseyin kim oluyor da benim kızımı istiyor. Hüseyin kendi karnını doyursun ilkin. Tövbe tövbe!” deyip dolanıyor evin içinde.
Hüseyin sonucu duyunca, deli koyunlara dönmüş. N’apsa ki! Emine’yi kaçırsa nereye gider ki! Kışın ortası. Yol-bel kar altında. Hele bir yaz olsun. Karlar erisin. Akan sular düz ovayı bürüsün. Cümle alem yaylasına yürüsün. Koyunlar koça karışsın. Ak kuzular melesin de ondan sonra gidelim. Nedeni de sığınak meselesi… Hiç değilse birkaç ay sığınacak yer gerek. Bu kışın ayazında kime sığınırlar ki… Yaz olsa, bir tarlaya ırgat olurlar. Bir sürüye çoban. Kafalarını sokacak bir yer bulurlar. Sabır gerekli. Şunun şurasında ne kaldı ki kışın bitmesine, karların erimesine.
İyi, hoş ama, Emine’nin babasının kulağına da kar suyu kaçmış bir kez. “Kızın vakti geldi. Hayırlı bir kısmet çıksa da başını bağlasak… Al duvağıyla gelin etsek” diyor Emine’nin anasına… Ne desin anası… “Aman ha herif… Kızın kanlısı olma. O Hüseyin’den başkasına varmam diyor” diyemez ki. Derse dayak hazır. “Demek öyle hal. Deyip değneği almaz mı eline”. Hem de nasıl… Ana suspus! Sanki o kızı o doğurmamış. Hiç söz hakkı yok… Onun için bir yabancı sanki. Susup dilini yutuyor. Emine telaşlı. Durmadan haber salıyor Hüseyin’e. “Karı kışı bıraksın, götürsün beni. Yoksa geç kalacak” diyor. Korkusu da gelip gidenlerin çokluğu. Ya bunlardan birisi kendisini istemeye geldiyse. Ya babası “Verdim gitti” derse. Sanki içine doğmuş Emine’nin. Iraklardan bir atlı gelmiş. Atın terkisindeki heybe armağan dolu. Anasına ayrı, babasına, kendisine ayrı armağanlar. Belli ki varsıl. Atı da bakımlı. İlkin atın sırtındaki heybeyi omuzlamış konuk, sonra da atı ahıra çekmişler.. Selam verip selam almışlar. Bir yorgunluk kahvesi içilmiş. Tabakalar açılıp, tütünler sarılmış. Laf lafı açmış, gelip Emine’ye dayanmış. “Bak değerli ağam… Bunca yolu bu karda kışta tepip neden buralara geldin diyeceksin. Elini öper bir oğlum var bilirsin. Gözümün, nuru tek oğlum.
İyi çocuktur. Hatırlıdır. Yol yolak bilir. Yakışığı yerinde, gücü kuvveti iyidir. Ehh mal mülk dersen, şükür Allaha, kimseye muhtaçlığımız yok. Tarla takım, koyun sığır… Çok şükür! Ne var ki zamane bozuk… Şöyle temiz süt emmiş biriyle başgöz edelim de, gözümüz arkada kalmasın dedik. Varıp kapına geldik. “Hee” dersen, gerisini düşünme… Başlıkmış, takıymış, düğün dernekmiş… Ne derseniz o olur,”
Emine’nin babası içten içe seviniyor. Gönlüne göre bir dünür çıktı diye… Hatırlı insan. Mal mülk de yerinde. Ee… üç köy uzaktaymış, ne çıkar. Kız dediğin nasıl olsa yabana gidecek.. Ha bu köy, ha o köy! Bunları geçirmiş içinden. Ama renk vermemiş.. “Ağam sağolasın, var olasın. Bizi belleyip, kapımıza gelmişsin. İyi. Hoş. Ama bi yol düşünelim de, haber salalım sana..” demiş. Yenmiş, içilmiş.. Baş köşeye serilen yatakta geceyi geçiren konuk, ertesi gün geldiği gibi atına atlayıp, yola düşmüş. Emine’de yürek selanik. Alıyor, veriyor; veriyor alıyor. Varıp anasına: “Ana bak ben sana demiştim. Hüseyin’den başkasına varmam. Sakın ola bu işe he demiyesin” diyor. Diyor da, anasını dinleyen kim. Babadan söz düşer mi. “Tam da bize layık bir aile. Malı mülkü yerinde. Başlığı da, ne istersen veririm dedi. Gerisi can sağlığı.. İşi uzatmaya gerek yok… Haftaya haber salalım.. İstemeye gelsinler.”
Saat o saat! Söz o söz! Emine komada. “Ben mal mıyım, istediğinize satıyorsunuz. Malı da mülkü da başını yesin. Ben varmam o adamın oğluna” diyor. Bir yandan da Hüseyin’e haber salıyor. “Yetti gayri. Al götür beni. Yoksa avcunu yalarsın. İş işten geçer” diyor.
Hüseyin’dir, doluya koyuyor almıyor; boşa koyuyor dolmuyor. Başını iki elinin arasına alıyor, düşünüyor, düşünüyor. Ne yapsa ki? Alıp karşı köye götürse, kim evine alır. Emine’nin babasının zulmünü kim göze alır. Uzaklara nasıl gitsin. İş yok, güç yok. Bir yaz gelseydi. Karlar eriseydi. Ak kuzular meleseydi… Olsaydı. Kalsaydı. Yatakta döne döne sabahı ediyor. Derken, alacakaranlık ağarırken çat kapı! Emine… Elinde bohçası “Geldim Hüseyin” diyor. “Fırsat eldeyken, ne yapacaksan yap! Durma köyden çıkalım. Yoksa babam bizi bize komaz.” Hüseyin şaşkın. Çaresiz. Ama, “geldiğin yere geri git” diyemez. Sonra ne der köylü. “Kapısına gelen kızı koruyamadı. Bu ne biçim erkeklik,” demezler mi? Derler. Alıyor Emine’yi terkisine, atlıyor ata… Ama nereye? Dağların karı erimemiş ki. Akan sular düz ovayı bürümemiş ki… Ak kuzular melemiyor ki… Öyle olsa, vur yolun uzağına; kısmette ne varsa.. Ama şimdi? Ağa uyanıp da duyarsa… Adamlarını bindirip salarsa… Candarmalar yola düşerse… Akacak kan damarda durmaz… Dediği gibi de olmuş. Çok geçmeden, bir yandan Emine’nin babasının adamları; öte yandan “Kızımı zorla kaçırdı” şikayeti üstüne candarmalar! Çok uzaklaşmadan yakalanmışlar. Hüseyin nezarete; Emine babasına teslim. “Ben ayrılmam. Ölsem de ayrılmam Hüseyin’den” diye yakarmış Emine. Ama boş! Hüseyin kodese; Emine baba evine! Gel zaman, git zaman duruşma günü yaklaşmış. Emine’den koparılan Hüseyin, öte yandan da yıllarca hapis yatacak. Tek umudu Emine. Eğer doğruyu söylerse ben kendi ayağımla gittim. O beni kaçırmadı. Eğer suç varsa benimdir” derse, Hüseyin kurtulur. Yoksa işi zor. Ya babası? Babası bırakır mı Emine doğruyu söylesin. Karakolda bu böyle! Ya mahkemede? “Mahkemede bildiğimi söylerim” diyor Emine. Hüseyin derseniz telaşlı. Ya babasına uyarsa. Ya beni zorla kaçırdı derse. Umudu Emine’nin ifadesinde. Yoksa yıllarca çürüyecek hapiste. Alıyor veriyor… Derken mırıltı halinde dile getiriyor duygularını. Bir dilek bir istek oluyor düşünceleri, dilinden dökülüyor bu türkü.
Emine karakolda babasının dediği gibi ifade veriyor. Ama mahkemede iş değişiyor. Doğruyu olduğu gibi söylüyor. “Ben kendim gittim. O beni kaçırmadı” diyor. Hüseyin hapis yatmaktan kurtuluyor. Ama Emine’yi alıyorlar elinden. Olay bir türkü olup, yılların ötesinden, günümüze taşınıyor.
Emine bir köy kızı… Ama köyün varsıllarından. Hüseyin de aynı köyden… Ama yoksul. Aynı havayı soluyorlar. Aynı pınardan su içiyorlar. Ama biri varsıl. Öteki yoksul. Ne ki Hüseyin’le Emine birbirine vurgun. Emine için ya Hüseyin olur; ya da hiç kimse. Hüseyin için de varsa yoksa Emine. Neden derseniz diyelim! Bir gün sığır sürerken köy meydanında göz göze gelmişler. Bakışmış, gülüşmüşler. Sonra da ıpılık bir dostluk başlamış. Arada bir buluşup, kavilleşmişler. Hüseyin yüzünü kızartıp, Emine’yi babasından istetecek. Olursa olur; olmazsa Emine’nin bohçası hazır olacak. Yani ki kaçacaklar. Köyden hatırlı üçbeş emmi dayı. Köyün imamı, öğretmeni, muhtarı… Herkes Hüseyin’i seviyor. Emine’yle evliliğine yardımcı olmak istiyor. Ama ne mümkün? Emine’nin babası: “Yahu gerçekten Hüseyin efendi çocuktur, çalışkandır, dürüsttür. Verdim gitti!” der mi ki!. Demez. İlkin hoşgeldiniz, beşgittiniz. Sonra da: “Ey imam efendi, ey öğretmen, ey benim güzel muhtarım, bu işin oluru var mı? Ne zahmet edip geldiniz. Hüseyin kim, ben kim? Sizin bu iş için gelmeniz bile benim kredimi düşürür. Davul dengi dengine vurur… herkes yoluna gitsin” der.
Emine derseniz telaşlı… Babası yok derse, bohçası hazır. Anasına demiş zaten. “Ölürüm de Hüseyin’den başkasına varmam. Ya Hüseyin; ya hiç kimse!” Gözü kulağı da babasının vereceği yanıtta. Bir yandan kahve cezvesini sürmüş ateşe; öte yandan gözü kulağı içerde konuşulanlarda… Kahve tepsisi titriyor elinde. Ya babası yok derse. Vermem derse. Giriyor içeri… Sırayla kahve sunuyor konuklara. Ama durum iyi değil. Babasında surat bir karış. Emine içeri girince, konuşmalar kesiliyor. Bir şey duymuyor. Ama durumun iyi olmadığı da açık.
Çok geçmeden, konuklar ayaklanmış. El sıkışıp gitmişler. Babası cin atında. Açıyor ağzını yumuyor gözünü. “Köyde örf kalmadı. Düşünce sıfır! Ulan Hüseyin kim oluyor da benim kızımı istiyor. Hüseyin kendi karnını doyursun ilkin. Tövbe tövbe!” deyip dolanıyor evin içinde.
Hüseyin sonucu duyunca, deli koyunlara dönmüş. N’apsa ki! Emine’yi kaçırsa nereye gider ki! Kışın ortası. Yol-bel kar altında. Hele bir yaz olsun. Karlar erisin. Akan sular düz ovayı bürüsün. Cümle alem yaylasına yürüsün. Koyunlar koça karışsın. Ak kuzular melesin de ondan sonra gidelim. Nedeni de sığınak meselesi… Hiç değilse birkaç ay sığınacak yer gerek. Bu kışın ayazında kime sığınırlar ki… Yaz olsa, bir tarlaya ırgat olurlar. Bir sürüye çoban. Kafalarını sokacak bir yer bulurlar. Sabır gerekli. Şunun şurasında ne kaldı ki kışın bitmesine, karların erimesine.
İyi, hoş ama, Emine’nin babasının kulağına da kar suyu kaçmış bir kez. “Kızın vakti geldi. Hayırlı bir kısmet çıksa da başını bağlasak… Al duvağıyla gelin etsek” diyor Emine’nin anasına… Ne desin anası… “Aman ha herif… Kızın kanlısı olma. O Hüseyin’den başkasına varmam diyor” diyemez ki. Derse dayak hazır. “Demek öyle hal. Deyip değneği almaz mı eline”. Hem de nasıl… Ana suspus! Sanki o kızı o doğurmamış. Hiç söz hakkı yok… Onun için bir yabancı sanki. Susup dilini yutuyor. Emine telaşlı. Durmadan haber salıyor Hüseyin’e. “Karı kışı bıraksın, götürsün beni. Yoksa geç kalacak” diyor. Korkusu da gelip gidenlerin çokluğu. Ya bunlardan birisi kendisini istemeye geldiyse. Ya babası “Verdim gitti” derse. Sanki içine doğmuş Emine’nin. Iraklardan bir atlı gelmiş. Atın terkisindeki heybe armağan dolu. Anasına ayrı, babasına, kendisine ayrı armağanlar. Belli ki varsıl. Atı da bakımlı. İlkin atın sırtındaki heybeyi omuzlamış konuk, sonra da atı ahıra çekmişler.. Selam verip selam almışlar. Bir yorgunluk kahvesi içilmiş. Tabakalar açılıp, tütünler sarılmış. Laf lafı açmış, gelip Emine’ye dayanmış. “Bak değerli ağam… Bunca yolu bu karda kışta tepip neden buralara geldin diyeceksin. Elini öper bir oğlum var bilirsin. Gözümün, nuru tek oğlum.
İyi çocuktur. Hatırlıdır. Yol yolak bilir. Yakışığı yerinde, gücü kuvveti iyidir. Ehh mal mülk dersen, şükür Allaha, kimseye muhtaçlığımız yok. Tarla takım, koyun sığır… Çok şükür! Ne var ki zamane bozuk… Şöyle temiz süt emmiş biriyle başgöz edelim de, gözümüz arkada kalmasın dedik. Varıp kapına geldik. “Hee” dersen, gerisini düşünme… Başlıkmış, takıymış, düğün dernekmiş… Ne derseniz o olur,”
Emine’nin babası içten içe seviniyor. Gönlüne göre bir dünür çıktı diye… Hatırlı insan. Mal mülk de yerinde. Ee… üç köy uzaktaymış, ne çıkar. Kız dediğin nasıl olsa yabana gidecek.. Ha bu köy, ha o köy! Bunları geçirmiş içinden. Ama renk vermemiş.. “Ağam sağolasın, var olasın. Bizi belleyip, kapımıza gelmişsin. İyi. Hoş. Ama bi yol düşünelim de, haber salalım sana..” demiş. Yenmiş, içilmiş.. Baş köşeye serilen yatakta geceyi geçiren konuk, ertesi gün geldiği gibi atına atlayıp, yola düşmüş. Emine’de yürek selanik. Alıyor, veriyor; veriyor alıyor. Varıp anasına: “Ana bak ben sana demiştim. Hüseyin’den başkasına varmam. Sakın ola bu işe he demiyesin” diyor. Diyor da, anasını dinleyen kim. Babadan söz düşer mi. “Tam da bize layık bir aile. Malı mülkü yerinde. Başlığı da, ne istersen veririm dedi. Gerisi can sağlığı.. İşi uzatmaya gerek yok… Haftaya haber salalım.. İstemeye gelsinler.”
Saat o saat! Söz o söz! Emine komada. “Ben mal mıyım, istediğinize satıyorsunuz. Malı da mülkü da başını yesin. Ben varmam o adamın oğluna” diyor. Bir yandan da Hüseyin’e haber salıyor. “Yetti gayri. Al götür beni. Yoksa avcunu yalarsın. İş işten geçer” diyor.
Hüseyin’dir, doluya koyuyor almıyor; boşa koyuyor dolmuyor. Başını iki elinin arasına alıyor, düşünüyor, düşünüyor. Ne yapsa ki? Alıp karşı köye götürse, kim evine alır. Emine’nin babasının zulmünü kim göze alır. Uzaklara nasıl gitsin. İş yok, güç yok. Bir yaz gelseydi. Karlar eriseydi. Ak kuzular meleseydi… Olsaydı. Kalsaydı. Yatakta döne döne sabahı ediyor. Derken, alacakaranlık ağarırken çat kapı! Emine… Elinde bohçası “Geldim Hüseyin” diyor. “Fırsat eldeyken, ne yapacaksan yap! Durma köyden çıkalım. Yoksa babam bizi bize komaz.” Hüseyin şaşkın. Çaresiz. Ama, “geldiğin yere geri git” diyemez. Sonra ne der köylü. “Kapısına gelen kızı koruyamadı. Bu ne biçim erkeklik,” demezler mi? Derler. Alıyor Emine’yi terkisine, atlıyor ata… Ama nereye? Dağların karı erimemiş ki. Akan sular düz ovayı bürümemiş ki… Ak kuzular melemiyor ki… Öyle olsa, vur yolun uzağına; kısmette ne varsa.. Ama şimdi? Ağa uyanıp da duyarsa… Adamlarını bindirip salarsa… Candarmalar yola düşerse… Akacak kan damarda durmaz… Dediği gibi de olmuş. Çok geçmeden, bir yandan Emine’nin babasının adamları; öte yandan “Kızımı zorla kaçırdı” şikayeti üstüne candarmalar! Çok uzaklaşmadan yakalanmışlar. Hüseyin nezarete; Emine babasına teslim. “Ben ayrılmam. Ölsem de ayrılmam Hüseyin’den” diye yakarmış Emine. Ama boş! Hüseyin kodese; Emine baba evine! Gel zaman, git zaman duruşma günü yaklaşmış. Emine’den koparılan Hüseyin, öte yandan da yıllarca hapis yatacak. Tek umudu Emine. Eğer doğruyu söylerse ben kendi ayağımla gittim. O beni kaçırmadı. Eğer suç varsa benimdir” derse, Hüseyin kurtulur. Yoksa işi zor. Ya babası? Babası bırakır mı Emine doğruyu söylesin. Karakolda bu böyle! Ya mahkemede? “Mahkemede bildiğimi söylerim” diyor Emine. Hüseyin derseniz telaşlı. Ya babasına uyarsa. Ya beni zorla kaçırdı derse. Umudu Emine’nin ifadesinde. Yoksa yıllarca çürüyecek hapiste. Alıyor veriyor… Derken mırıltı halinde dile getiriyor duygularını. Bir dilek bir istek oluyor düşünceleri, dilinden dökülüyor bu türkü.
Emine karakolda babasının dediği gibi ifade veriyor. Ama mahkemede iş değişiyor. Doğruyu olduğu gibi söylüyor. “Ben kendim gittim. O beni kaçırmadı” diyor. Hüseyin hapis yatmaktan kurtuluyor. Ama Emine’yi alıyorlar elinden. Olay bir türkü olup, yılların ötesinden, günümüze taşınıyor.
El Ele Göz Göze (Az Sonra) Türküsünün hikayesi
Yöre; Malatya Ozan; Haşim Koç
El ele göz gözeydik
Mutlu mutlu gezerdik
Biz herşeyden özeldik
Şimdi ise
Hep diyorsun az sonra
Az sonra az sonra
Hep diyorsun az sonra
Bekletip gelmiyorsun
Hep diyorsun az sonra
Sevgilim diyordun
Yolumu gözlüyordun
Evlilik diliyordun
Şimdi ise
Hep diyorsun az sonra
Az sonra az sonra
Hep diyorsun az sonra
Bekletip gelmiyorsun
Hep diyorsun az sonra
El ele göz gözeydik
Mutlu mutlu gezerdik
Biz herşeyden özeldik
Şimdi ise
Hep diyorsun az sonra
Az sonra az sonra
Hep diyorsun az sonra
Bekletip gelmiyorsun
Hep diyorsun az sonra
Sevgilim diyordun
Yolumu gözlüyordun
Evlilik diliyordun
Şimdi ise
Hep diyorsun az sonra
Az sonra az sonra
Hep diyorsun az sonra
Bekletip gelmiyorsun
Hep diyorsun az sonra
ÖZLEDIĞIM GÜZEL ARAPGIR TÜRKÜSÜ
Arapgir ilçemiz dağlar içinde
Rivayeti vardır tarih içinde
Ararsan dostunu onun içinde
Pınarından sular bir nazlı akar
Kavunu karpuzu kokular saçar
İçinden çok iyi insanlar çıkar
Rahat temiz havalı Arapgir
Rivayeti vardır tarih içinde
Ararsan dostunu onun içinde
Pınarından sular bir nazlı akar
Kavunu karpuzu kokular saçar
İçinden çok iyi insanlar çıkar
Rahat temiz havalı Arapgir
Eski Sille Bir Boyuna Bakdım türküsünün hikayesi
Türkü aslında Konya yöresinde çalınıp söylenir. Ne var ki Silifke’ye nasıl ve ne zaman geldiği hakkında kesin bilgi edinilememiştir. Önemli olan şey ezginin Konya tavrını korumakla birlikte Silifke yöresinin havasına da girmiş olmasıdır. Kültür alışverişinin doğal sonucu olan bu tür değişiklikler ezgilerin çeşitlemesi diye değerlendirilirler. Hiçbir zorlama izine rastlanmadan akıcılığını sürdürmesi ise folklör verilerinin hakkında tipik örnek diye nitelenir.
Mezar Arasında Harman Olur Mu Türküsünün Hikayesi
Osmanlı devrinde Afyonkarahisar (Karahisar-ı Sahip), Bursa iline bağlı bir sancak iken şehir merkezi, Karahisar kalesi etrafına yani kale ile Hıdırlık arasına toplanmıştır. Aynı zamanda şehir doğuya doğru gelişmektedir.
Şimdiki Kadınana İlkokulunun bulunduğu semt şehrin büyük mezarlığı idi. Bu mezarlığın ortasında patika yol bulunmaktadır. Halkın çoğu, işyerine veya evlerine giderken çoğu kez bu iki mezar arasındaki yoldan geçerlerdi. İki mezar arasında zaman zaman hadise olduğu için, ikindiden sonra bu yoldan geçen pek olmazdı.
O zamanlar Afyonkarahisar’da her mahallenin güvenliğini sağlayan efeler de bulunurdu. Semt halkının ırz ve namusunu korumak amacıyla, bellerinde silahlık, koltuk atlarında “yatıgan” ya da “kulaklı” adı verilen boyu uzun bıçaklar taşırlardı.
İki efe kavgaya tutuştuklarında birbirlerine karşı bıçağın sırtını vurmak suretiyle kendilerini savunurlardı. Kesinlikle bıçağı saplayarak karşısındakini yaralayıp öldürmezlerdi.
Afyonkarahisar defterdarlığından emekli 80 yaşında olan Hacı Mustafa Sağdıç, iki mezar arasında Kazım adlı efenin öldürülmesiyle ilgili olarak şunları söylüyor:
“Babam ve yaşlılardan edindiğim bilgiye göre; tahminen 1918 yılında bahsi geçen mezar arasında her nedense Kazım efe ile arkadaşı olan diğer efenin arası açılır ve iki mezar arasında karşılaşırlar, kavgaya tutuşurlar.
Türkünün sözlerinde adı geçen kaytan bıyıklı Kazım efe, Afyonkarahisar’da mertliği ve gözükaralığı ile tanınan ve sevilen bir kimsedir. Diğer efe ile kavgaya tutuştuğunda, Kazım efe yediği bıçak darbelerinin etkisi ile (diğer efe yatıganının sırtını değil yüzünü vurmuş Kazım efeye) gücünü kaybeder ve aldığı yaraların etkisiyle oraya yıkılır ve bir müddet sonra da ölür”
Bu olay üzerine Kazım efeye yakılan bu ağıt, aradan yıllar yılı geçmesine rağmen Afyonkarahisar’da halen “Kazım Türküsü” olarak çığırılmaktadır.
Öykünün Kaynağı: Hacı Mustafa Sağdıç, “Kaytanbıyıklar” lakabı ile anılmakta, Metli Mahallesi – Afyonkarahisar, Yaş: 80 (Bu bilgi 1993 tarihine aittir)
Türkünün Sözleri
Mezar arasında harman olur mu
Gama yarasına derman olur mu
Gamayı vuranda iman olur mu
Aslanım Kazım’ım yerde yatıyor
Gaytan bıyıkları gana batıyor
Mezar arasından atlayamadım
Döküldü cephanem toplayamadım
Bir tek düşmanımı haklayamadım
(Gama yarasını saklayamadım)
Aslanım Kazım’ım yerde yatıyor
Gaytan bıyıkları gana batıyor
Mezar arasında ganlı gasaplar
İnsan ahbabına gama mı saplar
Cenazem geçiyor bakın ahbaplar
Aslanım Kazım’ım yerde yatıyor
Gaytan bıyıkları gana batıyor
Mezarımın daşı gıbleye garşı
Üstünün toprağı gözümün yaşı
Benim gözel oğlum efenin başı
Aslanım Kazım’ım yerde yatıyor
Gaytan bıyıkları gana batıyor
Şimdiki Kadınana İlkokulunun bulunduğu semt şehrin büyük mezarlığı idi. Bu mezarlığın ortasında patika yol bulunmaktadır. Halkın çoğu, işyerine veya evlerine giderken çoğu kez bu iki mezar arasındaki yoldan geçerlerdi. İki mezar arasında zaman zaman hadise olduğu için, ikindiden sonra bu yoldan geçen pek olmazdı.
O zamanlar Afyonkarahisar’da her mahallenin güvenliğini sağlayan efeler de bulunurdu. Semt halkının ırz ve namusunu korumak amacıyla, bellerinde silahlık, koltuk atlarında “yatıgan” ya da “kulaklı” adı verilen boyu uzun bıçaklar taşırlardı.
İki efe kavgaya tutuştuklarında birbirlerine karşı bıçağın sırtını vurmak suretiyle kendilerini savunurlardı. Kesinlikle bıçağı saplayarak karşısındakini yaralayıp öldürmezlerdi.
Afyonkarahisar defterdarlığından emekli 80 yaşında olan Hacı Mustafa Sağdıç, iki mezar arasında Kazım adlı efenin öldürülmesiyle ilgili olarak şunları söylüyor:
“Babam ve yaşlılardan edindiğim bilgiye göre; tahminen 1918 yılında bahsi geçen mezar arasında her nedense Kazım efe ile arkadaşı olan diğer efenin arası açılır ve iki mezar arasında karşılaşırlar, kavgaya tutuşurlar.
Türkünün sözlerinde adı geçen kaytan bıyıklı Kazım efe, Afyonkarahisar’da mertliği ve gözükaralığı ile tanınan ve sevilen bir kimsedir. Diğer efe ile kavgaya tutuştuğunda, Kazım efe yediği bıçak darbelerinin etkisi ile (diğer efe yatıganının sırtını değil yüzünü vurmuş Kazım efeye) gücünü kaybeder ve aldığı yaraların etkisiyle oraya yıkılır ve bir müddet sonra da ölür”
Bu olay üzerine Kazım efeye yakılan bu ağıt, aradan yıllar yılı geçmesine rağmen Afyonkarahisar’da halen “Kazım Türküsü” olarak çığırılmaktadır.
Öykünün Kaynağı: Hacı Mustafa Sağdıç, “Kaytanbıyıklar” lakabı ile anılmakta, Metli Mahallesi – Afyonkarahisar, Yaş: 80 (Bu bilgi 1993 tarihine aittir)
Türkünün Sözleri
Mezar arasında harman olur mu
Gama yarasına derman olur mu
Gamayı vuranda iman olur mu
Aslanım Kazım’ım yerde yatıyor
Gaytan bıyıkları gana batıyor
Mezar arasından atlayamadım
Döküldü cephanem toplayamadım
Bir tek düşmanımı haklayamadım
(Gama yarasını saklayamadım)
Aslanım Kazım’ım yerde yatıyor
Gaytan bıyıkları gana batıyor
Mezar arasında ganlı gasaplar
İnsan ahbabına gama mı saplar
Cenazem geçiyor bakın ahbaplar
Aslanım Kazım’ım yerde yatıyor
Gaytan bıyıkları gana batıyor
Mezarımın daşı gıbleye garşı
Üstünün toprağı gözümün yaşı
Benim gözel oğlum efenin başı
Aslanım Kazım’ım yerde yatıyor
Gaytan bıyıkları gana batıyor
29 Ocak 2011 Cumartesi
Kul Olayım Kalem Tutan Ellere türküsünün hikayesi
Kul Olayım Kalem Tutan Ellere
Kul Olayım Kalem Tutan Ellere,
Kâtip Arzuhalim Yaz Yare Böyle.
Şekerler Ezeyim Şirin Dillere,
Kâtip Arzuhalim Yaz Yare Böyle.
Güzelim Ey Güzelim Ey Güzelim Ey Ey.
Sivas Ellerinde Sazım Çalınır,
Çamlı Beller Bölük Bölük Bölünür.
Yardan Ayrılmışam Bağrım Delinir,
Kâtip Arzuhalim Yaz Yare Böyle.
Güzelim Ey Güzelim Ey Güzelim Ey Ey.
Pir Sultan Abdal’ım Ey Hızır Paşa,
Gör Ki Neler Gelir Sağ Olan Basa.
Beni Hasret Koydun Kavim Kardaşa,
Kâtip Arzuhalim Yaz Yare Böyle.
Güzelim Ey Güzelim Ey Güzelim Ey Ey.
Kul Olayım Kalem Tutan Ellere – Sivas yöresi
Vaktiyle, Hafik ilçesinin Sofular köyünde Hızır adında bir genç varmış.O zamanlar bu köyün halkı Alevi imiş.Zamanla yoldan çıkmışlar.Onların bu durumunu beğenmeyen Hızır, köyden ayrılmaya karar vermiş, çıkmış yola.Ha şurası, ha burası derken Banaz’a kadar gelmiş.Pir Sultan’ın yanına azap durmuş.Sonra da müridi olmuş.Aradan seneler geçmiş, bir gün Hızır:
“Pirim, demiş; Sen herkese himmet ediyorsun, herbiri çeşitli makamlara geçiyor, ne olur, bana da himmet et, büyük adam olayım, ben de bir makama geçeyim.”
Pir Sultan şöyle bir düşündükten sonra gülümsemiş. “Ulan Hızır ben dua ederim, belki sen de büyük adam olursun; Hatta paşa, vezir de olursun ama, sonunda gelip beni astırırsın.”
Yine de duasını eksik etmemiş.Hızır İstanbul’a gidip saraya girmiş.Ağa, Kapıcıbaşı, Paşa, Beylerbeyi derken vezir olup Sivas valiliğine atanmış.Pirini unutmamış, haber gönderip huzuruna getirtmiş.Hürmet, izzet, ikram derken bir hayli de sohbet etmişler.Yemekte mükellef bir sofra donanmış.Pir Sultan yiyeceklere şöyle bir bakıp hemen geriye çekilmiş.Paşa şaşırmış.
“Birşey mi oldu pirim?”. Pir Sultan, “Hızır, demiş; Bu yemeklerde zina kokuyor.İçinde yetim hakkı var, sen bunları haram para ile yaptırmışsın.” Hızır Paşa “Yok pirim” dediyse de dinletememiş.Ama bir hayli de içerlemiş.Pir Sultan biraz daha ileri gidip, “Bunları ben değil, köpeklerim bile yemez.İstersen çağırayım da gör” demiş.Hemen ünlemiş, köpekler anında gelmişler.Bir tepsiye haram yemek, bir tepsiye helal yemek konmuş.Önce haram yemekler getirilmiş.Köpekler şöyle bir koklayıp geri geri çekilmişler. Arkasından helal yemeklerle dolu tepsi gelmiş.Köpekler onu da kokladıktan sonra, kuyruklarını sallaya sallaya yemeye başlamışlar.Bu hakarete çok kızan Hızır Paşa, hırsını yenemeyip pirini Toprakkale’ye hapsettirmiş.
Eh… Ne de olsa piri.Hırsı geçince bir bahane ile affetmek istemiş.Zindandan çıkartıp demiş ki:
“Bana içinde Şah’ın adı geçmeyen üç deyiş söylersen seni affedeceğim.Yok, söylemezsen kendin bilirsin” Pir Sultan “Peki öyleyse” deyip tezeneye şöyle bir dokunmuş ve,
“Açılın Kapılar Şah’a Gidelim”,
“Kul Olayım Kalem Tutan Ellere” ve
“Karşıda Görünen Ne Güzel Yayla” adlı değişleri okumuş.
(Tüm değişlerde Şah’ın adı defalarca geçiyor)
Pirini affetmeye hazırlanırken, onun hemen her fırsatta Şah’ı anması Hızır Paşa’yı çileden çıkarmış.Ne söylediğini, ne yaptığını bilemez hale gelmiş.Yanındakilere emretmiş:
“Asın bunu”.
Kul Olayım Kalem Tutan Ellere,
Kâtip Arzuhalim Yaz Yare Böyle.
Şekerler Ezeyim Şirin Dillere,
Kâtip Arzuhalim Yaz Yare Böyle.
Güzelim Ey Güzelim Ey Güzelim Ey Ey.
Sivas Ellerinde Sazım Çalınır,
Çamlı Beller Bölük Bölük Bölünür.
Yardan Ayrılmışam Bağrım Delinir,
Kâtip Arzuhalim Yaz Yare Böyle.
Güzelim Ey Güzelim Ey Güzelim Ey Ey.
Pir Sultan Abdal’ım Ey Hızır Paşa,
Gör Ki Neler Gelir Sağ Olan Basa.
Beni Hasret Koydun Kavim Kardaşa,
Kâtip Arzuhalim Yaz Yare Böyle.
Güzelim Ey Güzelim Ey Güzelim Ey Ey.
Kul Olayım Kalem Tutan Ellere – Sivas yöresi
Vaktiyle, Hafik ilçesinin Sofular köyünde Hızır adında bir genç varmış.O zamanlar bu köyün halkı Alevi imiş.Zamanla yoldan çıkmışlar.Onların bu durumunu beğenmeyen Hızır, köyden ayrılmaya karar vermiş, çıkmış yola.Ha şurası, ha burası derken Banaz’a kadar gelmiş.Pir Sultan’ın yanına azap durmuş.Sonra da müridi olmuş.Aradan seneler geçmiş, bir gün Hızır:
“Pirim, demiş; Sen herkese himmet ediyorsun, herbiri çeşitli makamlara geçiyor, ne olur, bana da himmet et, büyük adam olayım, ben de bir makama geçeyim.”
Pir Sultan şöyle bir düşündükten sonra gülümsemiş. “Ulan Hızır ben dua ederim, belki sen de büyük adam olursun; Hatta paşa, vezir de olursun ama, sonunda gelip beni astırırsın.”
Yine de duasını eksik etmemiş.Hızır İstanbul’a gidip saraya girmiş.Ağa, Kapıcıbaşı, Paşa, Beylerbeyi derken vezir olup Sivas valiliğine atanmış.Pirini unutmamış, haber gönderip huzuruna getirtmiş.Hürmet, izzet, ikram derken bir hayli de sohbet etmişler.Yemekte mükellef bir sofra donanmış.Pir Sultan yiyeceklere şöyle bir bakıp hemen geriye çekilmiş.Paşa şaşırmış.
“Birşey mi oldu pirim?”. Pir Sultan, “Hızır, demiş; Bu yemeklerde zina kokuyor.İçinde yetim hakkı var, sen bunları haram para ile yaptırmışsın.” Hızır Paşa “Yok pirim” dediyse de dinletememiş.Ama bir hayli de içerlemiş.Pir Sultan biraz daha ileri gidip, “Bunları ben değil, köpeklerim bile yemez.İstersen çağırayım da gör” demiş.Hemen ünlemiş, köpekler anında gelmişler.Bir tepsiye haram yemek, bir tepsiye helal yemek konmuş.Önce haram yemekler getirilmiş.Köpekler şöyle bir koklayıp geri geri çekilmişler. Arkasından helal yemeklerle dolu tepsi gelmiş.Köpekler onu da kokladıktan sonra, kuyruklarını sallaya sallaya yemeye başlamışlar.Bu hakarete çok kızan Hızır Paşa, hırsını yenemeyip pirini Toprakkale’ye hapsettirmiş.
Eh… Ne de olsa piri.Hırsı geçince bir bahane ile affetmek istemiş.Zindandan çıkartıp demiş ki:
“Bana içinde Şah’ın adı geçmeyen üç deyiş söylersen seni affedeceğim.Yok, söylemezsen kendin bilirsin” Pir Sultan “Peki öyleyse” deyip tezeneye şöyle bir dokunmuş ve,
“Açılın Kapılar Şah’a Gidelim”,
“Kul Olayım Kalem Tutan Ellere” ve
“Karşıda Görünen Ne Güzel Yayla” adlı değişleri okumuş.
(Tüm değişlerde Şah’ın adı defalarca geçiyor)
Pirini affetmeye hazırlanırken, onun hemen her fırsatta Şah’ı anması Hızır Paşa’yı çileden çıkarmış.Ne söylediğini, ne yaptığını bilemez hale gelmiş.Yanındakilere emretmiş:
“Asın bunu”.
Sivas Kızılırmak Türküsünün hikayesi
Orta Anadolu köylerinden birinden ötekine gelin götürülürken Kızılırmak’tan geçen gelin alayı köprünün yıkılması üzerine suya dökülmüş, bu arada gelin de kaybolmuştur. Bu çok acıklı olay toplumu öyle etkilemiş ki dalga dalga bütün yurda yayılmıştır.
Bu ağıt o acı ile yakılmıştır. Sözü de, ezgisi de gerçekten güzeldir.
Ben o zamanlar yedi yaşındaydım. Daha kente göçmemiştik. Köyde yaşıyorduk. Köyümüzün yaşlı bir çobanı vardı. İyi bir insandı. Çobanın yakışıklı, aslan gibi bir de oğlu vardı, adı İbrahim’di. O da babası gibi sevilirdi köyde. İbrahim, günlerden bir gün babasıyla birlikte sürüyü otlatmaya götürmüş. Akşam köye dönerken komşu köyün beyi İsmail Ağa’nın kızıyla karşılaşmış. Kız, arkadaşlarıyla birlikte kuşburnu toplamaktan dönüyormuş. İbrahim kızı görünce aklı başından gitmiş, aşık olmuş.
İbrahim’in İsmail Ağa’nın kızına aşık olduğunu köyde herkes duydu. Ama kızın babası kızını bir çobanın oğluna vermek istemedi. Fakat bütün köylü İbrahim’den yana çıktı. Kızın babasına yalvardılar. “Çoban olmak bir suç mu? İbrahim mert, dürüst bir çocuk. Ver kızını,” dediler.
Sonunda İsmail Ağa yalvarmalara dayanamadı, razı oldu. Buna bütün köy sevindi. Düğün günü kararlaştırıldı. Herkes gücünün yettiğince bir yardımda bulundu. Büyük bir tören düzenlendi. Kazan kazan düğün yemekleri pişirildi. Çevre köyler düğüne çağrıldı. Kısacası o güne kadar köyümüzde benzeri daha görülmemiş bir düğün başladı. Gelin almaya gidileceği gün hava günlük güneşlikti. Düğün alayı büyük bir coşkuyla yola çıktı. Davullar, zurnalar çalıyor, herkes, sevinç içinde halay çekiyor, oyunlar oynuyordu.
Gelinin köyü ile bizim köy arasında üç saatlik bir yol vardı. İki köyün sınırını da bir köprü bağlardı. Kızılırmak geçerdi köprünün altından.
Öğlene doğru hava birden bozdu. Bütün gece yağmur yağdı. Sabahleyin de kesildi. Ben köyde kalmıştım. Şimdiki gibi aklımda, gelin alayının dönüşünü bekliyorduk. Fakat gelin alayı çok gecikti. Köydekileri de bir meraktır aldı. Haberciler çıkacaktı ki bir atlı geldi. Köprünün yıkıldığını, gelinin ve gelin alayından birçok atlının suya gittiğini haber verdi. Bütün köy yasa büründü. Kızılırmak için onu lanetleyen türküler yakıldı.
Allah Allah deyip yola koyulduk leyli can
Hayır dua ilen yola gönderdik
Kıble tarafından elden aldırdık leyli can
Nettin kızılırmak allı gelini heyy zilha gelini
Kızılırmak bırakmamış huyunu huyunu
Kurban etmiş sürüleri koyunu koyunu
Göremedi güveyinin boyunu boyunu
Nettin kızılırmak zilha gelini
Martin getir şu kartalı vuralım vuralım
Dalgıç getir şu gelini bulalım bulalım
Biz gelinsiz köye nasıl varalım varalım
Nettin kızılırmak zilha gelini
Bu ağıt o acı ile yakılmıştır. Sözü de, ezgisi de gerçekten güzeldir.
Ben o zamanlar yedi yaşındaydım. Daha kente göçmemiştik. Köyde yaşıyorduk. Köyümüzün yaşlı bir çobanı vardı. İyi bir insandı. Çobanın yakışıklı, aslan gibi bir de oğlu vardı, adı İbrahim’di. O da babası gibi sevilirdi köyde. İbrahim, günlerden bir gün babasıyla birlikte sürüyü otlatmaya götürmüş. Akşam köye dönerken komşu köyün beyi İsmail Ağa’nın kızıyla karşılaşmış. Kız, arkadaşlarıyla birlikte kuşburnu toplamaktan dönüyormuş. İbrahim kızı görünce aklı başından gitmiş, aşık olmuş.
İbrahim’in İsmail Ağa’nın kızına aşık olduğunu köyde herkes duydu. Ama kızın babası kızını bir çobanın oğluna vermek istemedi. Fakat bütün köylü İbrahim’den yana çıktı. Kızın babasına yalvardılar. “Çoban olmak bir suç mu? İbrahim mert, dürüst bir çocuk. Ver kızını,” dediler.
Sonunda İsmail Ağa yalvarmalara dayanamadı, razı oldu. Buna bütün köy sevindi. Düğün günü kararlaştırıldı. Herkes gücünün yettiğince bir yardımda bulundu. Büyük bir tören düzenlendi. Kazan kazan düğün yemekleri pişirildi. Çevre köyler düğüne çağrıldı. Kısacası o güne kadar köyümüzde benzeri daha görülmemiş bir düğün başladı. Gelin almaya gidileceği gün hava günlük güneşlikti. Düğün alayı büyük bir coşkuyla yola çıktı. Davullar, zurnalar çalıyor, herkes, sevinç içinde halay çekiyor, oyunlar oynuyordu.
Gelinin köyü ile bizim köy arasında üç saatlik bir yol vardı. İki köyün sınırını da bir köprü bağlardı. Kızılırmak geçerdi köprünün altından.
Öğlene doğru hava birden bozdu. Bütün gece yağmur yağdı. Sabahleyin de kesildi. Ben köyde kalmıştım. Şimdiki gibi aklımda, gelin alayının dönüşünü bekliyorduk. Fakat gelin alayı çok gecikti. Köydekileri de bir meraktır aldı. Haberciler çıkacaktı ki bir atlı geldi. Köprünün yıkıldığını, gelinin ve gelin alayından birçok atlının suya gittiğini haber verdi. Bütün köy yasa büründü. Kızılırmak için onu lanetleyen türküler yakıldı.
Allah Allah deyip yola koyulduk leyli can
Hayır dua ilen yola gönderdik
Kıble tarafından elden aldırdık leyli can
Nettin kızılırmak allı gelini heyy zilha gelini
Kızılırmak bırakmamış huyunu huyunu
Kurban etmiş sürüleri koyunu koyunu
Göremedi güveyinin boyunu boyunu
Nettin kızılırmak zilha gelini
Martin getir şu kartalı vuralım vuralım
Dalgıç getir şu gelini bulalım bulalım
Biz gelinsiz köye nasıl varalım varalım
Nettin kızılırmak zilha gelini
Bir Yıldız Doğdu nur ile türküsü
(of of) Bir yıldız doğdu nur ile
Alemi yaktı nar ile
Küsülüyem ben yar ile
Niye doğdun sarı yıldız mavi yıldız
Aman aman evler yıkan yıldız
Yıldız yıldız yıldız yıldız yıldız yıldız
Evler yıkan beller büken
Kanım döken kervan kıran
Dön dön dön dön dön yare doğru dön
Gine bugün efkarlandım
İndim etrafı dolandım
Tatlı canımdan usandım
Dön dön dön dön dön yare doğru dön
Sana kervan kıran derler
Bana dertli Kerem derler
Yare ikrar veren derler
Niye doğdun sarı yıldız mavi yıldız
Aman aman evler yıkan yıldız
Yıldız yıldız yıldız yıldız yıldız yıldız
Evler yıkan beller büken
Kanım döken kervan kıran
Dön dön dön dön dön yare doğru dön
Yavrum yatmış da uyanmaz
Küçüktür kahra dayanmaz
Ben ağlarım el inanmaz
Dön dön dön dön dön dön yare doğru dön
Alemi yaktı nar ile
Küsülüyem ben yar ile
Niye doğdun sarı yıldız mavi yıldız
Aman aman evler yıkan yıldız
Yıldız yıldız yıldız yıldız yıldız yıldız
Evler yıkan beller büken
Kanım döken kervan kıran
Dön dön dön dön dön yare doğru dön
Gine bugün efkarlandım
İndim etrafı dolandım
Tatlı canımdan usandım
Dön dön dön dön dön yare doğru dön
Sana kervan kıran derler
Bana dertli Kerem derler
Yare ikrar veren derler
Niye doğdun sarı yıldız mavi yıldız
Aman aman evler yıkan yıldız
Yıldız yıldız yıldız yıldız yıldız yıldız
Evler yıkan beller büken
Kanım döken kervan kıran
Dön dön dön dön dön yare doğru dön
Yavrum yatmış da uyanmaz
Küçüktür kahra dayanmaz
Ben ağlarım el inanmaz
Dön dön dön dön dön dön yare doğru dön
Yarim İstanbul'u Mesken Mi Tuttun
Güz güneşi sarı sarı devriliyordu o ikindi üzeri de uzaklardaki mor dağların ardına. Elinde su testisi, köyün çeşme başında, sıraya girmişti. Yedi yıl önce beş altı yaşındaki kızlar şimdi varmışlardı on iki , on üçlerine. Düğün davulları aynı gün birlikte döğülen Hatça'yla Zalha'nın üçüncü çocukları koşup oynuyorlardı.
Derin bir iç geçirdi.
Bir çocuğu olsaydı bâri. Oğlan değil, kızı. O zaman olsaydı şimdiye yedi yaşında. Çeşmeden su getirmese bile, evde aşa muşa el atar, ortalığı toplar, anasına can yoldaşı olurdu. Ama İstanbul gurbetinde yedi yıldır eylenen eri, istemezdi kız evlât. Erkek olmalıydı çocuğu. Erkek olmalı babası gibi bilekli, kocaman kocaman elli, ayaklı, kaşı gözü kudretten sürmeli. On yaşına varmadan, çifte çubuğa el atmalıydı. Yedi yıldır İstanbul gurbetinde eyleşen böyle isterdi oğlunu. Babasının soyunu sürdürmeli, köy çocuklarıyla dere kıyısında güleş tutup, kendi akranlarını yere kabak gibi vurmalıydı:
Gene derin bir iç geçirdi.
Yedi yıl, yedi koca yıldır İstanbul dedikleri güzeli bol, seyranı renkli İstanbul'da ne bekliyor da gelmek bilmiyordu? Sakın orda gül yüzlü, bal dudaklı, kara kaş kara gözlü bir güvercin göğsü topukluya... Ağlıyası geldi birden. Düşünmek istemiyordu bunu. O pençeli, o tuttuğunu koparan, o boylu poslu erkeğinin bir İstanbul kızına tutulup ondan dolayı sılasını unuttuğunu öğrense öldürürdü kendini. "Vallaha öldürürüm!" dedi içinden sert sert. "Günahı, vebali varsa ona. Kaba sakal hoca tevatür günah dediydi vaazda. Hele böyle bir şey olsun...."
Yanında bir karaltı. Kendine gelerek gözlerinin yaşardığına dikkat etti, sildi elinin tersiyle gözlerini.
Resullarin Emine anaydı gelen:
- Ne o kınalı kekliğim benim? dedi. Öksüzüm, yavrum. Ne ağlıyon? Telâşlandı:
- Yoook, ağlamıyorum nene...
Gün görmüş, umur sürmüş kırış kırış nene inanmadı:
- Ağlıyon kınalı kekliğim, sürmelim ağlıyon. Ben bilmem mi ne diye ağladığını? Vefasızın diktiği fidanlar meyveye geldi. Onunla gurbete gidenler yedinci sefer dönüyorlar sılaya. O nerde? Hani?
"Kınalı keklik" gene derinden bir çekti. Güneşin yarı yarıya derildiği mor dağlara baktı. Gözlerinden yuvarlananlara dur diyemiyordu gayri. Varsın aksınlardı Nene'nin dediği gibi, öksüze bu dünyada gülmek yoktu. Keten yelekli, burma bıyıklısı İstanbul gurbetinde belki de bembeyaz bir istanbul kızıyla unutmuştu sılasını. Dili de varmıyordu ama, unutmasa ne diye yedi yıldır dönüp gelmesin? Dönüp gelmedi diyelim, insan iki satır bir şeyler de mi yazamazdı? İlk gittiği aylar nasıl yazıyordu? Demek unutmuştu? Unutmuştu demek ha? Hıçkırdı. Genç, yaşlı kadınlar, ellerinin kınasıyla çiçeği burnunda kızlar toplandılar başına. Sormadılar hiçbir şey. Biliyorlardı. Sorup da ne diye yüreğini büstübün kaldırsınlar? Biri:
- Sus bacım, dedi. Sus! Bir başkası:
- Gözlerinden döktüğüne yazık!
Sağdan soldan herkes bir şey söylüyordu:
- El oğlu değil mi? En iyisinin köküne kibrit!
-Vallaha Amasyanın bardağı, biri olmazsa biri daha bence..
- En doğrusu bu ama....
- Dinlemiyor ki!
- Bu gençlik, bu tâzelik...
- Yedi yıl, yedi yıl anam. Dile kolay. İnsan eksik eteğini yedi yıl sılasında unutur mu?
Sıkıldı, bunaldı. Ağlamıyordu artık. Zaman zaman bu: Mâdem erkeği İstanbul gurbetinde yedi yıldır unutmuştu onu, o da varsın istidayı boşansın bir güzel, varsındı bir başkasına. Elini sallasa ellisi, başını sallasa...
Duramadı karıların arasında. Onüçünde bulup yitirdiği, yirmisine vardığı halde bir türlü geri dönemiyeni içinden bir sızı bir geçti. Testisini koydu çeşmenin iplik gibi akan suyunun altına. Testi dola dursun, gittiyse keyfinden mi gitmişti. İstanbul'a? Gözü kör olasıca yokluk. Düşmanına avuç açtıran yokluk yüzünden, birkaç para kazanıp öküzü ikileştirmek, birkaç dönüm tarla daha alıp babadan kalan bir kaç dönümüne eklemek için. O gece, o gece işte, nasıl yatırmıştı koluna! Nasıl okşamıştı saçlarını, neler demişti? İstanbul gurbetine gidecek, çok değil yazı orda geçirip, güze, olmazsa kışa koynunda desteyle para, dönecek. O zamana kadar bir de oğlu olmuş olursa, eh gayri, keyfine son olmıyacaktı!.
Başındaki beyat örtüyü çenesinin altında çözüp yeniden bağladı.
Yedi yıl, yedi koca yıl!
Kocasının isteğince bir oğlu olaydı bâri..
Testisinin dolup taşmakta olduğunun farkına bile varmadı: Bir oğlu olsa o zamandan bu zamana, altı yaşında mı olurdu? Bösböyük, palazlanmış delikanlı. Akranlarıyla dere kenarında güleş mi tutardı? Babası gibi pençeli olur da akranlarını yere kapak gibi mi vururdu? Ekimde tarlaya birlikte mi giderler, hasat vakti düveni birlikte mi sürerlerdi? Babasının kokusunu mu taşırdı?
- Kınalı keklik kaldın gene. Bak testin doldu, taşıyor!
Kendine geldi. İnsanoğlunun aklına şaştı. Gözleri testisindeydi güya. Testisinde olduğu halde, görememişti dolduğunu.
Çekti lülenin altından. Güldü acı acı.
Tuttu evinin yolunu. Tuttu ya, şimdi de aklından köyün yaşlıları, gençleri kaynaşmağa başlamıştı. Her kafadan bir ses:
- Deli anam deli bu!
- Doğru bacım, deli..
- Beni yedi yıldır sılamda unutacak da..
- Ben de hâlâ yolunu bekliyeceğim onu ha?
Sonra kafa kafaya, fısıl fısıl bir konuşma. Ah bu konuşma, ah bu konuşmalar... Evden içeri girerken, Dursunların Hacı'yı hâtırladı elinde olmıyarak. İnce, kapkara kaşları yıkıldı sinirli sinirli. Testiyi bıraktı kapının yanına, geçti pencerenin önünde dayandı duvara sağ omzuyla. Odada kimse yoktu, tek başınaydı ya, deminki karılar, kızlar, orta yaşlıların hayalleri doldurmuştu odayı. Alev saçan bakışlarıyla sanki topuna haykırdı:
- Dursunların Hacı, Kara Hacı başınızda parçalansın. Atın yerine eşeği bağlamıyacağım işte, bağlamıyacağım!
Kara Hacı da neydi ki sırma bıyıklı Ali'sinin yanında? Değil yedi yıl, on yıl dönmese sılasına, onu gene unutamazdı işte!
Güz güneşi çoktaan devrilip gitmişti mor dağların ardına. Gece iniyordu köye ağır ağır. Loş oda farkına varılmaksızın kararıyor, derinleşiyordu. Derken bu yandaki kapkara dağların ardından bakır kızılı kocaman bir ayın tekeri gözüktü. Sonra ağır ağır yükseldi göklere, ufaldı, bakır kızılını yitirdi, pırıl pırıl yanmağa, saz örtülü dumanlarıyla kerpiç evleri süslemeğe başladı.
Canı ne yemek istiyordu, ne de su.
Gel desen gelmez miydim? Şu güzellerin doldurduğu elmastan kadehleri ben dolduramaz mıydım?
Ali bakıyordu, sadece bakıyordu.
Oysa hem ağlıyor, hem söylüyordu:
- Ketenden yeleğini bile ben dikmedim miydi? Benim gibi bir öksüze dünyayı haram etmeğe nasıl kıydın? Yiğitliğine yakışır mıydı gurbette beklemek dayanacak özümün tükendiğini anlamadm mı?
Ali susuyor, boyuna susuyordu. Taştan ses çıkıyor, Ali'den çıkınıyordu. Sözlerinin ardını getirdi ağlıya ağlıya:
- İnsafsız yedi yıl oldu sen gideli, diktiğin fidanlar meyvaya geldi tekmil. Birlikte gittiklerinizin tümü yedişer sefer geldiler sılalarına. Buraların güzelleri çoktur ama sana yaramaz. Durmadın sözünde Ali'm. Sözünde durmayana erkek demezler biliyor musun? Kavlimizde gidip de dönmemek varmıydı vefasız?
Fakat Ali hiç ses vermeden bakmış bakmış, sonra çekip giderken duman olmuştu âdeta. Bağırmıştı ardından, bağırmış, bağırmış... Fakat Ali...
Uyandı. Güneş bir mızrak boyu yükselmişti Kalktı yaslandığı yerden:
- Hayırdır inşallah, dedi.
Kalktı usulcak, gitti kapıya, örttü, kalın tahta sürgüsünü itti. Ne olur ne olmazdı. Kara, kuru Hacı kötü dadanmıştı çünkü. Köy bakkalında kafayı çekip elinde saz, düşüyordu tek gözden ibaret evininin yakınlarına. Daha bir günden bir güne ne kapısına dayanıp böyle böyle demiş, ne de çeşmeye giderken, yahut da tarlanın yolunu tek başına tuttuğunda yolunu kesmişti. Kesmemiş, lâf da atmamıştı ama, köyün cadı karıları pek yakıştırmışlar onu Kara Hacı'ya! Yedi yıldır İstanbul'u mesken tutan vefasızını düşüne düşüne uykuya varıverdi. Dünya çoktan silinmiş, ay devrini tamamlayıp elini eteğini çekmişti dünyanın göklerinden.
Devrile kaldığı yerde mışıl mışıl uyuyordu.
Uykusunda düş.
Düşünde İstanbul gurbeti. Taşı toprağı altındandı İstanbul gurbetinin. Ali'sini aramağa gitmişti düşünde. Bulmuştu da. Güzellerin arasındaydı. Bir kıyıdan bakıyordu. Güzellerden biri dizine başını koyup uzanmıştı boylu boyunca. Bir başkası gümüş bir kupayla şarap veriyor, daha bir başkası da dudağından öpmeğe uzatıyordu dudaklarını.
O zaman, o zaman işte, gizlendiği kıyıdan çıkıvermişti. Ali şaşırmış, bırakıp güzellerini, koşmuştu yanına. Açmıştı ağzını Ali'sine, yummuştu gözünü:
- İstanbul'u mesken mi tuttun? Bu güzelleri gördün beni unuttun mu? Sılasına gelmeğe yemin mi ettin yoksa?
Yarim İstanbul'u mesken mi tuttun aman
Gördün güzelleri ben unuttun aman
Beni evinize köle mi tuttun aman
Gayri dayanacak özüm kalmadı aman
Mektuba yazacak sözüm kalmadı aman
Yarim sen gideli yedi yil oldu aman
Diktigin fidanlar meyveye döndü aman
Seninle gidenler silaci oldu aman
Gayri dayanacak özüm kalmadı aman
Mektuba yazacak sözüm kalmadı aman
Acem Kızı türküsünün hikayesi
Acem Kızı - Orta Anadolu yöresi
1960’lı yıllardan itibaren ismi bağlama ile birlikte anılan, sadece geniş halk kesimlerinde değil, ciddi musiki çevrelerinde de taktir ve hayranlıkla dinlenen Neşet Ertaş’ı farklı bir bağlamda değerlendirmek gerekiyor. Çünkü o da aslında tam bir yöre sanatçısı, yani mahalli bir sanatçı olmasına rağmen yaygın şöhreti ve söylediği türkülerin popülaritesi ile ülke genelinde tanınan biri olarak diğerlerinden ayrılır.
İşte Neşet Ertaş Orta Anadolu bozkırlarının tam göbeğinde, “ay dost deyince yeri göğü inleten” gönül delisi bir babanın evladı olarak 1938’de Kırtıllar’da dünyaya gelir. Hiç çocuk sahibi olamadığı ilk karısı Hatice’yi genç yaşında kaybeden Muharrem Ertaş, ikinci evliliğini Kırtıllar köyünden Döne ile yapar ve bu evlilikten, Necati, Neşet, Ayşe, Nadiye ve muhterem adında beş çocuğu olur. Kırtıllar nüfusunun tamamı abdallardan ibaret olan bir aşiret köyüdür. Köyün çevrede “abdallar” adıyla anılması da bundan olsa gerek. Daha altı yedi yaşlarında iken, kendisini yöre düğünlerinin aranılan sanatçı babası Muharrem Ertaş’ın sazı önünde oynarken bulan Neşet Ertaş, hayatını, bir nevi hayat destanı diyebilceğimiz 1960’lı yıllarda yazdığı uzun bir şiirinde şöyle anlatır.
TÜRKÜ BABANIN HAYAT DESTANI ŞİİRİ
Bin dokuzyüz otuzsekiz cihana
Kırtıllar köyünde geldin dediler
Babama Muharrem, anama Döne
Dediysen Ata’yı bildin dediler
Dizinde sızıydı anamın derdi
Tokacı saz yaptı elime verdi
Yeni bitirmiştim üç ile dördü
Baban gibi sazcı oldun dediler
O zaman babamdan öğrendim sazı
Engin gönül ile Hakk’a niyazı
O yaşımda yaktı bir ahu gözü
Mecnun gibi çölde kaldın dediler
Zalım kader devranını dönderdi
Tuttu bizi İbikli’ye gönderdi
Babam saz çalarken bana zil verdi
Oynadım meydanda köçek dediler
Anam Döne İbikli’de ölünce
Tam beş tane öksüz yetim kalınca
Beşimiz de Perişan olunca
Babamgile burdan göçek dediler
Yürüdü göçümüz Tefleğe doğru
Bu hali görenin yanıyor bağrı
Üç aylık çoçuğun çekilmez kahrı
Bunlara bir ana bulun dediler
Yozgat’ın Kırıksoku Köyü’ne vardık
Bize ana yok mu diyerek sorduk
Adı Arzu dediler bir ana bulduk
İşte bu anadır buldun dediler
En küçük kardaşı kayıp eyledik
Onun için gizli gizli ağladık
Üstelik babamı asker eyledik
Yine öksüz yetim kaldın dediler
Zalım kader tebdilimi şaşırttı
Heybe verdi dalımıza devşirtti
Yardım etti Yerköy’üne göçürttü
Biraz da burada kalın dediler
Yerköy’den Kırıkkale’ye geldik
Babam saz çalarken biz çümbüş aldık
Kırşehir’e varınca kemanı çaldık
Aferin arkadaş çaldın dediler
Yarin aşkı ile arttı hep derdim
Babamı bir yere dünür gönderdim
Başlık çok istemişler haberin aldım
İstemiyor yarin seni dediler
Kırşehir’de yedi sene kalınca
Düğün düzgün hepsi bize gelince
Burada herkese yer daralınca
Ankara’ya gider yolun dediler
Ankara’da (sünnetçi) Veysel Usta’yı buldum
Epeyce eğleştim, evinde kaldım
Yüz lirayı verip bir yatak aldım
Etti isen böyle buldun dediler
Bir ev kiraladım münasip yerde
Kaldı kavim kardaş hep Kırşehir’de
Bu aşk hançerini vurdu derinde
Çaresini bulamazsan ölün dediler
Yarin aşkı ile döndüm şaşkına
Arada içerdim yarin aşkına
Canan acımaz mı garip dostuna
Buna da içeriye alın dediler
Bu hasretlik duygusu Türkü babanın sanatına olumlu etki yaparak, memleketin taşına, toprağına, insanına hasret ve özlemle dolu pek çok türkünün doğmasına sebep oldu.
Ana vatanımsın, baba yurdumsun
Ozanlar diyarı şirin Kırşehir
Uzak kaldım gurbet elde derdimsin
Hasretin bağrımda derin Kırşehir.
Feleğin yazdığı kara yazıynan
Çok yürüdüm bağrımdaki sızıynan
Kara kaşlarıynan, kara gözüynen
Aşık etti beni birin Kırşehir
Gerçekten de “gönül” kelimesinin Ertaş’ın şahsi lügatinde çok özel bir yeri var. O adeta, tıpkı Yunus gibi, Hacı Bektaş-i veli gibi kendisini”gönüller yapmaya” adamış biri... “gönül”ün geçmediği türküsü yok dense yeri...
Şu garip halimden bilen işveli nazlım
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen
Tatlı dillim, güler yüzlüm, ey ceylan gözlüm
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen
Bir başka türküsünde:
Küstürdüm gönlümü güldüremedim
Baharım güz oldu yazım kış oldu
Gönüle yarini bulduramadım
Baharım güz oldu, yazım kış oldu
Kaynak : Söz-Müzik: Neş'et Ertaş
Gesi Bağları türküsünün hikayesi
Bu Türkü Kayseri'nin yerli marşı gibidir.Ama özellikle Geside yedisindenyetmişine herkesin ama herkesin bilmesi gereken ve büyük çoğunluğununda bildiği,neşede de,hüzünde de dillerden düşmeyen, o söylenmeden düğünler'in olmadığı bir türküdür GESİ BAĞLARI.Öyküsü hakkında farklı anlatımlar olmasına rağmen şimdi anlatacağımız öykü akla ve türkünün tema'sına en uygun olanıdır.Türküde işlenen tema Gurbet,Hasret ve Anne sevgisi üzerinedir.Türküde uzak bir yerden Gesiye gelin gelen kızın Annesine karşı duyduğu hasret dile gelir Haberleşmenin ve ulaşımın çok güç olduğu devirlerde evlenip Gesiye giden gelin uzun bir müddet Annesinden haber alamaz,e koca evi bu, zaten ulaşım da kısıtlı, ki kalksın Annesine gitsin kimselerede soramaz,neticede Anne hasreti ile kavrulup durur.Üstelik kocası da çalışmaya gurbete gitmiştir,kocasının ailesinin de kötü davranması karşısında iyice bunalan gelin duygularını dizelere vurmuştur.
Gesi Bağlarında üç ırgat işler
Anamdanmı gelir şu uçan kuşlar
Analar doğurur ele bağışlar
Atma anam beni dağlar ardına
Kimseler yanmasın anam yansın derdime
Bu dizelerdeki ince,sade,içli ve duygulu sözler sıradan Anadolu insanımızın değme şairlere taş çıkartacak özelliğini de ortaya koymaktadır.
Gesi Bağlarının gülleri mavi
Ayrıldım anamdan gülmeyim gayri
Alımı yeşilimi giymeyim gayri
Yas tutsun ellerim kına yakmayım
Kör olsun gözlerim sürme çekmeyim
Yine türküde Annesinin bir tek sel***** güvenen veya kendisini hatırlamasını isteyen gelin anne sevgisini ve hasreti şöyle anlatır:
Şu görünen bahçem'ola bağ'mola
Şu dağın ardında anam var'mola
Oturur da beni anar'mola
Gel otur yanıma başımın tacı
Ayrılık günleri ölümden acı
***
Şu dereden akan bulanık seller
Derdim içerim de ne bilsin eller
Oturup ağlasam divane derler
Örtün pencereyi esmesin yeller
Bu gün efkarlıyım bilmesin eller
Bu arada gelin gurbete çalışmaya giden kocasına serzenişini ve ona olan ihtiyacını şöyle dile getirir:
Gesi bağlarına indi bir firenk
Ah çeker ağlarım anam dayanmaz yürek
Gönderin yarimi o bana gerek
Gel otur yanıma çektiğim yeter
Ayrılık hasreti ölümden beter
***
Gesi bağlarında kaynar kum idim
Fener gibi yanan anam mum idim
Evel Allah yarim sensin benim ümidim
Gel otur yanıma hallerimi söyleyim
Halimden bilmiyor ben o yari neyleyim
Babasız olarak gelin oluşu,kardeşlerinin ekmeğini yiyerek yetişmesi ,koca evinde başa kakılınca duygulanan gelin alın yazısı hakkında serzenişlerini şöyle dile getirir:
Gesi bağlarında tokaştım taşa
Gardaş ekmeğini kakarlar başa
Yetirip çalıştım emeğim boşa
Ne deyim de ağlayım alın yazısı
Kader böyle imiş onmaz bazısı
İşte bu içten ezgileri dinleyipte duygulanmamak mümkünmü.Geçmişte özellikle merhum Ahmet Gazi AYHAN'ın yorumu ile başlayan ve çeşitli sanatçılarla birlikte günümüze kadar gelen bu türkü halen değerini koruyarak zevkle dinlenmektedir.Ayrıca türkünün temasının hasret ve gurbet duygusu değilde iki sevgili hasreti gibi gösterilen ve uydurularak türküye atfedilmiş yüzlerce deyiş halen halk arasında söylenmektedir.
Gesi Bağları en çok aşağıdaki dizelerle bilinmekte ve söylenmektedir
GESİ BAĞLARI
Gesi baglarinda dolaniyorum yitirdim yarimi
Aman araniyorum yitirdim yarimi aman araniyorum
Bir tek selamina güveniyorum gel otur yanima
Hallarimi söyleyeyim derdimden anlamaz ben o yari neyleyim
Gesi baglarinda üç top gülüm var hey Allahtan korkmaz
Sana bana ölüm var hey Allahtan korkmaz sana bana ölüm var
Ölüm varsa bu dünyada zulüm var
Atma garip anam beni daglar ardina
Kimseler yanmasin anam yansin derdime
Kaynak: Ahmet Gazi Ayhan
Derleme: Muzaffer Sarisözen
Yöre: Kayseri-Gesi
Gesi Bağlarında üç ırgat işler
Anamdanmı gelir şu uçan kuşlar
Analar doğurur ele bağışlar
Atma anam beni dağlar ardına
Kimseler yanmasın anam yansın derdime
Bu dizelerdeki ince,sade,içli ve duygulu sözler sıradan Anadolu insanımızın değme şairlere taş çıkartacak özelliğini de ortaya koymaktadır.
Gesi Bağlarının gülleri mavi
Ayrıldım anamdan gülmeyim gayri
Alımı yeşilimi giymeyim gayri
Yas tutsun ellerim kına yakmayım
Kör olsun gözlerim sürme çekmeyim
Yine türküde Annesinin bir tek sel***** güvenen veya kendisini hatırlamasını isteyen gelin anne sevgisini ve hasreti şöyle anlatır:
Şu görünen bahçem'ola bağ'mola
Şu dağın ardında anam var'mola
Oturur da beni anar'mola
Gel otur yanıma başımın tacı
Ayrılık günleri ölümden acı
***
Şu dereden akan bulanık seller
Derdim içerim de ne bilsin eller
Oturup ağlasam divane derler
Örtün pencereyi esmesin yeller
Bu gün efkarlıyım bilmesin eller
Bu arada gelin gurbete çalışmaya giden kocasına serzenişini ve ona olan ihtiyacını şöyle dile getirir:
Gesi bağlarına indi bir firenk
Ah çeker ağlarım anam dayanmaz yürek
Gönderin yarimi o bana gerek
Gel otur yanıma çektiğim yeter
Ayrılık hasreti ölümden beter
***
Gesi bağlarında kaynar kum idim
Fener gibi yanan anam mum idim
Evel Allah yarim sensin benim ümidim
Gel otur yanıma hallerimi söyleyim
Halimden bilmiyor ben o yari neyleyim
Babasız olarak gelin oluşu,kardeşlerinin ekmeğini yiyerek yetişmesi ,koca evinde başa kakılınca duygulanan gelin alın yazısı hakkında serzenişlerini şöyle dile getirir:
Gesi bağlarında tokaştım taşa
Gardaş ekmeğini kakarlar başa
Yetirip çalıştım emeğim boşa
Ne deyim de ağlayım alın yazısı
Kader böyle imiş onmaz bazısı
İşte bu içten ezgileri dinleyipte duygulanmamak mümkünmü.Geçmişte özellikle merhum Ahmet Gazi AYHAN'ın yorumu ile başlayan ve çeşitli sanatçılarla birlikte günümüze kadar gelen bu türkü halen değerini koruyarak zevkle dinlenmektedir.Ayrıca türkünün temasının hasret ve gurbet duygusu değilde iki sevgili hasreti gibi gösterilen ve uydurularak türküye atfedilmiş yüzlerce deyiş halen halk arasında söylenmektedir.
Gesi Bağları en çok aşağıdaki dizelerle bilinmekte ve söylenmektedir
GESİ BAĞLARI
Gesi baglarinda dolaniyorum yitirdim yarimi
Aman araniyorum yitirdim yarimi aman araniyorum
Bir tek selamina güveniyorum gel otur yanima
Hallarimi söyleyeyim derdimden anlamaz ben o yari neyleyim
Gesi baglarinda üç top gülüm var hey Allahtan korkmaz
Sana bana ölüm var hey Allahtan korkmaz sana bana ölüm var
Ölüm varsa bu dünyada zulüm var
Atma garip anam beni daglar ardina
Kimseler yanmasin anam yansin derdime
Kaynak: Ahmet Gazi Ayhan
Derleme: Muzaffer Sarisözen
Yöre: Kayseri-Gesi
Kaşarlı Köfte
MALZEMELER 500 gr. koyun ve dana karışımı kıyma 1 adet yumurta 2 küçük dilim bayat ekmek 1 baş soğan 150 gr. kaşar peyniri Yeteri kadar kıyılmış maydanoz, tuz, kırmızı biber
Hazırlanışı Koyun ve dana karışımı 500 gr. kıymaya bir adet soğan rendeleyin. Islatılmış ekmek içini, bir yumurtayı, kıyılmış maydanozu, tuzu ve karabiberi de katarak iyice yoğurun. Yoğururken bir çorba kaşığı su ilave ederseniz köfte daha yumuşak olur. Hazırladığınız köfteleri, her iki taraflarını pembeleştirerek ayçiçek yağında ateşin altını fazla açmadan kızartın. Kızaran köfteleri bir tepsiye dizerek üstlerine küçük parçalar halinde kaşar peyniri koyun. Kızdırılmış fırına sokup, peynirler eriyinceye kadar 10 dakika bekletip, çıkarın, peynirilerin üstüne ince kırmızı biber ekin. Haşlanmış sebze ile servis edebilirsiniz
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)